4 Temmuz 2019 Perşembe

Yakınma Sanatının İncelikleri

Tarih: Muhtemelen 1996 Yazı
Yer: Değirmendere 
Konu: Müjde, Menkıbe Teyzenin Tansiyonu Otuza Çıkmış!

Dümdüz bir hayat eğer söz konusuysa, eldeki tek varoluş biçimi, yakınmaktır. Hayatla pek bir bağı olmayan insanın bütün konuşmaları er ya da geç kendisine yöneliverir. Hayatımdaki ilk yakınma ustasını 7-8 yaşlarımdayken tanımıştım. Adı Menkıbe'ydi ve benden yaklaşık bir elli sene kadar büyüktü. Menkıbe ile ilişkim sadece izlemek üzerineydi. İlginç şekilde de yakınmalarını sadece tansiyon aleti kesebiliyordu. Tansiyon aleti, o büyük koluna takıldığı an, ortamdaki herkes susup, görkemli finali beklerdi. Ömrü hastalıkla geçen insanlarda, "tansiyonun istenilen seviyede çıkmaması memnuniyetsizliği" hasıl olur. Menkıbe'de de aynı memnuniyetsizlik hali vardı. Mesela on yedi çıkmış büyük tansiyon, kendisinin yakınmalarını karşılayamayacak kadar küçük bir sayı olduğundan, ölçümü yapan daha genç kişiye, "bir de şu koldan ölç bakim, en yirmi olması lazım!" deyip sol kolunu uzatırdı. Galiba hayallerinde, "Menkıbe Teyze, tansiyon tamamen sol kolunuza yayılmış, artık onu kesmemiz lazım" türevinde, yakınmalarının hakkını verecek bir şeyler bekliyordu. Tansiyonu gerçekten otuza çıksa ve bu skora rağmen hala yaşamayı başarsa, büyük bir zafer elde etmiş olacaktı. Muhtemelen yıllar boyunca doktorlarla kendisinde bir hastalık bulmaları için cebelleşecekti ve bulabilenleri de Türkiye'nin en iyi doktorlarından biri olarak tescilleyecekti. İşin garibi, çevresindeki insanları da etkilemesiydi. Elebaşı olduğu "yakınan kadınlar kulübü"nde sırayla tansiyon ölçülüyordu. Apartman teyzeleri arasında bu konuda ezeli bir rekabet vardı. Tansiyonu yüksek çıkanlar, tuhaf bir mağrurlukla yakınmaya devam ediyorlardı. Menkıbe, tansiyonu kendisinden büyük çıkanları, "merdivenden çıktın geldin ondandır" gibi gerekçelerle sindirmeye çalışıyor ya da ortama, "mafsal, siyatik, bel" gibi tematik kelimeler salarak konuyu çevirmeye çalışıyordu. "Benimkini de ölçün" ısrarlarıma, "Çocukların tansiyonu olmaz!" gibi bilinçler dışı bir gerekçeyle karşı çıkıyordu.

Tarih: 2008 Kışı
Yer: Giresun Üniversitesi
Konu: Hiç!

Özellikle sınav sabahları karşımıza çıkan her canlıya, "hiç çalışmadım" demenin salgın hastalık gibi yayıldığı zamanlardandı. Sabahları, "hiç çalışmadım" haberini, "günaydın" kelimesinin yerine kullanmak, ve mümkün olduğunca yaymayı, yazılı olmayan bir kanun gibi benimsemiştik. Bütün sınıf, neden çalış(a)madığıyla ilgili yakınmalarını, artık fabl türüne dahil edilebilecek anlatımlarla ("öküz gibi uyumuşum", "sabaha kadar hayvan gibi batak oynadık", "dinozor gibi içtik", vs) destekledikten sonra sınava girmeye hazır hale gelebiliyordu. "Durumu olumsuzlayarak kendini yüceltme" sanatında sınırlarını zorlayacak seviyelerdeydik. Ama kimse onun gibi değildi. Sınav sabahları onu, geceden hazırlanmış gibi duran, "çalışmama manifestosu"nu her arkadaşa yaklaşık iki dakika ayırarak hızla yaydığını görüyordum. "Hiç çalışmadım" kalıbındaki "hiç" kelimesini müthiş bir şekilde söyleyebiliyordu. Onun, "hiç"i, "hiç"lerin kralıydı. Ağzından çıktığı an, diğer "hiç"leri yiyip yutan bir Pac-Man oluveriyordu adeta. Bazı sabahlar çalışmamış olsam dahi Şenol'a "çalıştım abi" diyordum, çünkü bu müthiş canlı, "çalıştım" kelimesiyle beslenmiyor, şaşırıp bir şeyler söyledikten sonra, "vaaaaay" türevi bir şeyler söyleyip, yeni avlarının peşine düşüyordu. Sonu gelmez yakınmalarının haricinde, aslında eğlenceli biri bile sayılabilirdi Şenol. Yakınmaları zamanla bağışıklık yaptığından, ilk başlardaki iticiliğini yitirip, hafiften tshak konusu olmaya başlamıştı. Mezuniyete doğru, artık lakabı da vardı: "Bir S.ktir Ol Şenol"

İletişim bütünlemesi için Şenol'la beraber çalışıyorduk. Yorulmuştum, başım ağrıyordu. Şenol'un saykodelik sesli tekrarları, yalnız olsam çoktan bırakacağım ders notlarını okumam için beni zorluyordu. Okuduğumu anlamadığımı farkettiğimde, "abi başım çok kötü ağrıyo lan" dedim. Şenol bana döndü. Kısa bir sessizlik olduktan sonra, "benim de" dedi. Galiba bir derde ortak olmak konusunda bu kadar absürt bir tesadüfün gelişmesi, ona da garip gelmişti. Girdim, yattım.

Sınavdan erken çıkıp, kantine gittim. Yaklaşık yarım saat sonra Şenol geldi, "abi ben iletişimden kalıyorum galiba" dedim. Hemen, "sen mi, ben mi? pöeh!". Sınavın da kötü geçmesiyle, "ya cidden bi s.ktir ol Şenol!" diye bağırdım. Küstü, gitti. İlginç şekilde İletişim Tanrısı, tüm gece kendisine fedakar enerjiler gönderen Şenol'u görmezden gelmiş, beni ise sınavdan geçirmişti.

Tarih: 2010 İlkbaharı
Yer: Giresun
Konu: Küçük Ayakkabıdaki Büyük Ayaklar

Ayakkabı sıkmaları, dışarıdan bakıldığında görülmediği için, ayakkabı sahibinin sürekli yakınarak çevresini uyarması gerekir. Ülkemizde eğlence, parti, düğün, mezuniyet, nişan gibi fonksiyondan çok estetik kaygıların güdüldüğü anlamlı(!) günlerde, gidilecek mekana doğru aksayarak ilerlemeye çalışan çok sayıda kadın görmek mümkündür. Hafif topluca ayaklara giydirilmeye çalışılan zarif ayakkabılar, tasarlanmış şık görüntüyü aksine daha da sakatlayan bir zulüm aracına dönüşmektedir. Ayakkabıdan taşan ayak eti, (yikes) küçük tomurcuklar halinde zaten az sayıdaki zarafeti de kaplamaya başlar. Gecenin sonuna doğru ayakkabının arkasına yerleştirilen Selpak mendiller, üreticisinin zerre aklına gelmeyen bir bölgenin (topuk) nemini emmeye çalışır. "Selpak Topuklu Kadınlar"ın tüm o zulme rağmen pistteki cesur ve oynak hemcinslerine alkış tutması takdir edilecek bir performanstır. Tuğçe'nin topukları için bir Selpak aldık. Erken pes etmişti; daha "finaller bitti partisi"nin yapılacağı mekana bile ulaşmamıştık. Selpak'a rağmen yakınmalar kesilmemişti. Gazi Caddesi'nin dik yokuşunda verilen zorlu sınav, ikimiz için de zorlu geçiyordu. Partiye Tuğçe'yle gittiğime biraz pişman olmuştum (ikimiz de yeni ayrıldığımız sevgililerimize kuyruğu dik tutabilmek hasetiyle bir araya gelmiştik ve Tuğçe, Hollywood'dan aparttığı bir konsept ile beni buna ikna etmeyi başarmıştı) Sorun sadece ayakkabı da değildi. Topallarken, bir yandan da kuaförün saçlarını istediği gibi yapamamasından duyduğu öfkeyi anlatıyordu (Tuğçe, tip ve karakter olarak Demet Akalın'ın yıllardır kayıp olan kız kardeşi gibiydi). Kafasına baktım. Harbiden de haklıydı. Kuaförler, genelde yirmili yaşlardaki kızların hayat enerjilerini ve gençliklerinin önemli kısmını o sandalyede alırlar. O saçla kafası kırklı yaşlara ulaşırken, giydiği ayakkabıların artık inlemeye dönüşen yakınmaları da, Tuğçe'yi Menkıbe Teyze'nin sıkı kankası olabilecek yaşlara çıkarıyordu. Artık kendi yaşına dair elinde kalan tek şeyi, tiz sesiydi. Alandaydık. Oturduğumuz yeri beğenmemek, sonra geçtiğimiz bardaki taburenin rahatsız olması, sonra tekrar başka yere geçmek, ordövrlere burun kıvırmak, biranın köpek sidiği gibi olduğunu iddia etmek gibi sonu gelmeyen yakınmalar sergilemeye devam etti. Sevgilisi olmadığım için gayet rahattım (her nasılsa). Hatta görüp arttırdım ve genel memnuniyetsizliğinden faydalanarak, içemediği biraları içmeyi teklif ettim. Ayrıca ayakkabılarını çıkarabileceği fikrini pat diye ortaya atıp kısa süreliğine uzaklaştım. Döndüğümde ayakkabılar çıkarılmıştı. Ayakkabı kuşakları sayesinde ayağının açıkta kalan kısımları bir tür baklava desenine dönmüştü. Baskıdan kurtulan ayağın hafifçe pembeleşerek hacim kazanmasını izledim. Tuğçe'nin adına içimden, "oh lan" dedim. Kısmi rahatlama uzun sürmemişti. Partiye iki-üç hocanın da iştirak etmesiyle ayakkabılarını tekrar giyen Tuğçe, yakınmalarına kaldığı yerden devam etti. Sesi giderek tizleşiyordu.

"Abi okul bitiyo, iyi hoş da, napcaz?" dedi. Sesin sahibi masamıza gelen Şenol'a aitti. "Napcaz amk, çalışıcaz işte" dedim. "Hııı, herkes de seni bekliyodu zaten!" dedi ince bir ses. Sesin sahibi de Tuğçe'ydi. Yakınma konusunda master degree olmuş iki duayenin arasındaydım. İş olanakları, maaşların azlığı, sömürü sistemi, "kamu mu, özel sektör mü?" kıvamındaki yakınmalar içinde gitgide geriliyordum. Yaşadığım duygu, Menkıbe Teyze'nin bana sekiz yaşımda verdiğinden daha şiddetliydi. Yavaşça kalktım ve biraz daha kendi yaşındaymış davranan arkadaşlarımın yanına gittim. Uzaktan gördüğüm kadarıyla muhabbetleri kesilmeden devam etti.

Bir saat sonra tekrar masaya döndüğümde yakınmaların şiddeti kritik düzeylere çıkmıştı. Konu hastalıklardı. Ayakkabılarını çıkarmış Tuğçe, artık her zamankinden daha da fazla Menkıbe Teyze'ye dönüşmüştü. Bir süre onları izledim. Vücut dilinden anladığım kadarıyla "Bir S.ktir Ol Şenol", alkolün de tesiriyle Menkıbe Teyze'den hoşlanmaya başlamıştı. Menkıbe Teyze de Şenol'a karşı boş değildi. İkisinin tansiyonları da hızla otuza doğru yükseliyordu.

ŞOKOMELLİ AFTER CREDITS: Üçümüz de mezuniyet balosuna farklı farklı insanlarla geldik.

Götü kollayın annem. Öperim kokulu kokulu.



Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...