28 Eylül 2017 Perşembe

Ey Canımın Sahibi Yar!

Tarih: 23 Eylül 2017
Yer: Farklı Bir Köy
Konu: Tektaş

Servisin arka tarafında bulunan köy durağında bekliyorum. Telefonun şarjı da bitmek üzere programlanmış durumda. İplemeyip, kurcalamaya devam ediyorum. Tam bu sırada o geldi. Yaklaşık yirmi dakikadır yolun karşısındaki ahırın önünde dikilmiş, beni izliyor. Söylediklerinin içinden, "hımınıskym, hınınınmınıskym" gibi ağır hakaretler içeren belli belirsiz kelimeleri yakalayınca hafiften tırsmaya başladım. Köyün delisi bu. Altmışlı yaşlarında, elinde değnekle (tehlikeli kısmı da bu) gezinen bir dayı yani. Aklıma Anadolu Korku Öyküleri'ndeki Karatepe öyküsü* geliyor ve deli, bir anda gözüme daha da korkutucu görünmeye başlıyor. Derhal göz temasını keserek, iyice azalmış telefonumun şarjının daha da dayanması için dua ediyorum. Bir deliyle (gerçek bir deliyle) karşılaştıysanız (ve de yalnızsanız!) en iyi yöntem, o yokmuş gibi davranmaktır. Deliler, kafalarında dönen o çılgınca şeyleri dili döndüğünce anlatamayacağı canlı bir bünye bulamazsa, sıkılıp giderler. Böyle bakıldığında, aslında delilerin bize anlatacak çok şeyleri olabilir diye düşünüyorum. (Ya onlar çok akıllıysa ve biz aşırı salaksak? düşüncesi ise ayrı bir yazı konusu)

Tam olarak, kafamı eğip, şimdiki gençlerin (ihtiyarlık belirtileri) yaptığı gibi kendimi tamamiyle telefona verdim. Yolun karşısında bir hareketlilik oldu. Geliyordu. Ağır ağır ve bir ayağındaki eskimiş ayakkabıyı sürüyerek geliyordu. Kendisine bakmadığım için, ayak sesleri daha da korkutucu gelmeye başlamıştı. Gelip tam karşımda durdu. En küçük bir kafa hareketimde ipimin çekileceğini bilerek, Twitter ana sayfasını amaçsızca yenileyip duruyordum. En son atılmış tweet, Norman Reedus'ınkiydi. The Walking Dead'in yeni sezonuna sadece 33 gün kaldığını yazmıştı. Deli, kafamın üstünden bana bakmaya devam ediyordu. Eziyet, üç buçuk dakika sürmüştü. Telefonumun şarjı da bitmemişti.

Deli dayı, en sonunda sıkılıp gitti. Yüzümde, bu durumlarda ne yapılacağını bilen, hayatı silkelemiş o insanlarınkine benzer bir ifade oluşmuştu. Sonunda yolun sağ tarafından beklediğim araba geldi ve selam verip arabaya bindim.

"Köy durağında niye bekliyosun, seni deli mi s...ti" diye sorduğunuzu tahmin ediyorum sevgili okuyan. (Deli mi s...ti küfürü de çok manidar, ehehe) Burda olma sebebim, eski bir arkadaşımın nişanı ve tekrar eski arkadaş grubu ile "reunion" yapacak olmamız.

Aslında niyetim, "gidememek"ti. Sebebimse, köy durağında bekleyip, deliler ile imtihan edildiğim bu güzel cumartesi gününde de çalışıyor olmam ve yolun uzunluğu idi. Nişan töreninin yapılacağı yer, İstanbul - Bahçelievler'de bulunuyordu ve üşengeç köpek bedenim, ilk anda gitmek istememişti. Sonradan, yolculuk ekibinin gayet kıyak adamlardan oluştuğunu öğrenmemle kendimi bu arabada bulmuştum.

Ekip üyelerini kısaca tanıyalım:

1-Sinan Abi. Ordulu. Askerde alay komutanı albayla rakı içmişliği, futbol oynarken de Quaresma'yla (Barcelona - Porto - Beşiktaş'ta oynayan bildiğimiz Quaresma) antrenmana çıkmışlığı olan bir abimiz. Yaşça bizden büyük. Evli. Dünya tatlısı bir de kızı var.

2-Süleyman. Sırma saçlı. Beşiktaş'ı ve Atiye'yi haddinden fazla seviyor. Zengin olduğunda Atiye'yi kaçırıp, hunharca, öhm. O da evli. Onun da çok minnoş bir kızı var. Nişana onun emektar Şahin'iyle gideceğiz^^

3-Mehmet. Biz ona "Meheme" diyoruz gerçi. Şahsi gözdelerimden. Kendisinin espri anlayışı ve kararlı sapıklığı benimkine çok yakın. O yüzden kafaca iyi anlaşırız, sinemaya gideriz, içeriz, vs.

Yola çıkıldı. Klasik sohbet-muhabbet eşliğinde (ve trafikteki bazı dalyaraklardan ötürü yaşadığımız gerilimle) köprünün ağzına kadar gelmiştik. Tam bu sırada Süleyman, (aslında ilkel ve çok tabii bir dürtüyle) "Köprüden geçerken köprü yıkılsa nolur lan acaba?" diye sordu. "Ebeninkini görürsün" diyerek kısa ve net bir cevap vermek istedim. "Düşerken araba çarpmanın şiddetini azaltmaz mı?" gibisinden zeka kırıntıları içeren bir soruyla kontratağa kalkmaya çalışan Süleyman'ı en sonunda Sinan abi ve Mehmet, "Y....ı yiyorsun" kelimesiyle susturdular. Süleyman hakkaten de köprüden geçerken tırsmıştı. Köprü üzerindeki yolda çatlak veya sakat olabilecek yerleri kontrol ediyordu. Neyse.

Devam ederken, İstanbul'un en güzel arazilerini, Ali Ağaoğlu ve kankalarının "kapattığını" bizzat görünce moralim bozuluyor. Atılan konuma 4.5 km yolumuz kalıyor. Artık semtin içindeyiz. Fakat, metrekare başına bilmemkaç yüz kişinin düştüğü bu "güzel şehirde" trafik de hayvani oluyor. Bir saat on beş dakikada gideceğimiz yere varıyoruz.

Salon, merdivenle aşağı inilen bir yerde. Maalesef de çok dar. İçerisi loş ışıkta sürekli dönüp duran disko topu sebebiyle Star Wars filmi gibi. Oturanların çoğunluğu kadın. Gelin ise, ortada arkadaşlarıyla Demet Akalın eşliğinde şuursuzca kopmakla meşgul. Pembe ve kırmızı ışıklar ağırlıkta. Oturacak yer de yok.

Salak gibi ayakta durmanın anlamsızlığı aklıma geliyor ve üzerimdeki onlarca izleyen bakışı umursamayarak pistin uzak köşesine gidiyor ve damadı telefonumla kayda almaya başlıyorum. Düğünlerde, toplantılarda vb yerlerde, eğer geriliyorsanız ve bir çıkış yolu arıyorsanız (biraz da narsistlik varsa) düğün pistinin uzak köşesine geçip, oradan insanları gözlemleyebilirsiniz. Toplum olarak, görselliği ön planda tuttuğumuzdan olsa gerek, gördüğümüz ve izlediğimiz şeylerin kontrolünün bizde olduğu sanrısı yaşıyoruz. Dikkatli gözler, low profile takılıp, Ayşe'nin kızının ne kadar büyüdüğünü, Fatma'nın oğlunun da "tü tü tü maaşallah" kıvamına geldiğini, Gülsüm'ün beşinci (oha) çocuktan sonra hayvan gibi kilo aldığını geride kalarak, çok kolay şekilde analiz edebiliyor. Söylediğim yöntem, sizi hem kalabalığın boğuculuğundan alıp, bir nefes almanıza olanak tanıyacak, hem de egonuza yönelik olarak, gelin-damada yönelen gözlerin önemli kısmını size çekecektir. (yaban çakalı mode off)

Sinan abi ve Mehmet'e içmeyi teklif ediyorum. 7 tane bira alıp, arabayı bıraktığımız otoparkın kuytu köşesinde içmek istiyoruz ama o da ne, otoparkın Suriye uyruklu sorumluları geliyor. Yarım yamalak bir Türkçe ile "yeeaaauu bırası otoparg gardeşim" diyor. Her saniye arkasında bitiveren diğer adamları görünce Sinan abi'ye gitmenin iyi bi fikir olduğunu beyan ediyorum. İçmek için etrafta bir yer arıyoruz, ama bulamıyoruz. Mecburen biraları arabaya bırakıp geri geliyoruz.

Murat çağırıyor beni yanına. "Gel seni biriyle tanıştırıcam" diyor. Merak ediyorum bu kişiyi. Arkada oturan ufak tefek, renkli gözlü, usturuplu bir kız görüyorum. Murat, beni yeni sevgilisiyle tanıştırıyor. Günümüz popüler kültüründe yozlaşmış toplumumuzda uzun zamandır görmediğim bir bayan bu. Hali, hareketleri ve tavırlarından kızın çok düzgün bir insan olduğu sonucunu çıkarıyorum. Bir de Murat'a bakıyorum. Karşılıklı konuşmaları ve aralarındaki uyum, daha önce görmediğim şekilde iyi. Önceki yazıda anlattığım üzere kızlarla istediği gibi bir seviye tutturamayan Murat, sanırım bu sefer "jackpotu" tam gözünden vurdu. "happily ever after" olmalarını tüm kalbimle diliyorum ve Murat'la salonun köşesindeki büfeye geçiyoruz. Omzumda bir el hissediyorum.

Omzumdaki elin sahibiyle, yaklaşık iki sene önce sosyal medyadan abuk subuk bir konudan dolayı tartışmıştım. Sosyal medyada tartışmak, eylem olarak da saçma bulduğum bir konu olmakla birlikte, son ergenlik döneminde insanın kendini ifade etme biçimidir. Ama yine de tartıştığım kişi, iyi-kötü değer verdiğim bir insansa, ortayı bulup, konuyu kapamaya çalışırım. Fakat omzumdaki elin sahibi, işi biraz uzatmıştı. Verdiğim cevaplara alternatif bir cevap üretememiş, konuyu da Whatsapp'a (ah şu Whatsapp!) taşımıştı. Burada sorun yokken arkadaşın gitgide çirkinleşen tavrı üzerine, kendisini engelleyip, ömrümü biraz daha uzatmıştım. Omzumdaki elin sahibi, Murat'ın teyzesinin oğlu.

"Merhaba Evriveydedayken kardeşim, nasılsın?" diyerek imalı şekilde hal-hatır sordu. Tüm bu olan biten hiç olmamış gibi "sağol kardeşim, sen nasılsın?" diyerek yanıtladım. "Seninle bi ara dışarda konuşalım" gibi alttan değil, doğrudan tehdit içeren bir cümle sarfetti. Sinir katsayım yükselerek, "Tamam, konuşalım" diyerek cevapladım. İşin ilginç kısmı, zamanında oldukça iyi anlaşıp, muhabbet kurduğum bir adam bu.

Gelin, hala dans pistinde ve bu özel günün tadını çıkarmaya devam ediyor. Damat, yanımda oturuyor ve haliyle yorgun. Elini bacağıma koyuyor. Gelini izlemeye devam ediyoruz. Yandaki tefi alıyor ve gerilmiş genç erkek grubunun arasında gevşek gevşek müziğe ritim tutuyorum. Süleyman ise etrafta birini bulmaya çalışıyor. Bulmaya çalıştığı kişi, Şule. Şule, oldukça (oldukça) güzel bir kız ve gelinin kuzeni. Zamanında Süleyman'la aralarında bazı şeyler olup bittiği, arkadaş grubumuzca bilinen bir durum. Ama Şule ortada yok. Sebebi, gelinle aralarının açık olması. Şule'nin, Süleyman'dan önce bana yanlaması gerçeği ise, olayı benim açımdan biraz daha karmaşık hale getiriyor.

Sigara içmek için dışarı çıkacakken omzuma tehditkar şekilde elini koyan Deli Yürek çakması arkadaş aklıma geliyor. Salonun köşesinde oturuyor. Yanında bizim Ömer var. Ömer'le muhabbet etmek için yanına gidiyorum. Eğilip, "sen benimle ne konuşucan?" diyerek soruyorum. Sinirli şekilde "boşver" deyip, geçiştiriyor. "Sen bilirsin" anlamında el işareti yapıp, kalkıyorum. Gecenin sonunda hep beraber bir yere gidip, çay-kahve içme planı, çok da aklımıza yatmıyor. Yola koyuluyoruz. Giderken Sirkeci - Beşiktaş sahilinden gidiyoruz ve biraların çoğunluğunu hayvan gibi içiyorum. Aklımda, damadın derinlerde kendini sorgulayan o bakışı aklıma geliyor ve evlilik kurumuna dair düşüncelerim yoğunlaşıyor. Adet olarak, nişanda gözümüze çarpan kısımları masaya yatırıyoruz. Dönerken Süleyman, yine tırsıp Avrasya Tüneli'nden geçmek istemiyor. Sabah 04:00 sularında geri geliyoruz.

*(SPOILER) Kitaptaki öyküde, köyün delisi, baştan beri olan biten herşeyin farkındadır, ama ana karaktere bunu doğrudan anlatamaz. Ana karakter, korkutucu gerçekle, öykünün sonunda yüzleşir.(SPOILER)

NOT: Evlilik kurumu, kolay bir kurum değildir, giderek anlamını maalesef yitirmektedir.

-Laf veya eleştiri kaldıramıyorsanız, tartışmaya girmeyin. Size girmiş laf veya eleştiriyi saf şiddetle çıkaramazsınız, hatta gireni daha da sağlamlaştırır, özünüzüde ne olduğunuzu açık seçik belli edersiniz. Yapmayın, etmeyin, ayıp.

-Biranın tekini arka koltuğa yanlışlıkla döktüm, ama kimse uyanmadı, ehehe.

-İstanbul diye gözümüze sokulan bölgede, çok ayrıcalıklı bir kesim yaşamaktadır, görüp, büyülenmeyin. Diyenlerin bir bildiği var; İstanbul'da yaşanmaz, hayat sürülmez, kız verilmez, işemeye bile gidilmez.

-Götü kollayın annem. Öperim.




Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...