5 Şubat 2020 Çarşamba

Biz Böyle İyiyiz

Tarih: 2019 Yazı
Yer: Caras Galadhon
Konu: Tuğralı Doblo

Gıcırdayan Eller

Elini sabunlamaktan çok, sabunu yıkıyor gibi bir hali vardı. Islak elin sürtünmesinden çıkan o kararlı "gırç" sesini duyana kadar da devam etti. Artık, olay hijyenden çıkmış, deriyi yüzüp atmaya varan bir motivasyona dönüşmüştü. İkisi de birbirinden tiksinerek etrafa köpükler saçan bu tip elleri çok görmüşlüğüm var. Böyle eller, sular hiç kapanmasın, köpükler de hiç patlamasın ister. "Aha bitiriyor" derken, memnun olmayan bir tavırla sağ elini tekrar sıvı sabun makinesinin altına soktu. Olmamıştı. Arkasında korkuluk gibi dikiliyor olmam onu tedirgin etse de, yine de kendini engelleyemiyordu. Ellerin dansı, bir süre daha devam etti. İkinci dezenfekte seansının ardından, yine tatmin olmamıştı ama arkasında ona bakıyor olduğum için müthiş bir isteksizlikle geri çekildi. Ben olmasam iki, üç tur daha atmaya niyetliydi. El yıkamam hızlı devirde beş saniye kadar sürünce, az önceki hijyen resitalinin etkisiyle ellerime feci şekilde ayıp ediyormuşum hissi geldi. Baştan aldım, ellerimi kıvırta kıvırta hiç alışık olmadığım köpürtü seviyelerine ulaştım. Sabun köpürdükçe ellerime adeta can gelmişti, devam ettim. Böyle abartılı ve vakur şekilde el yıkayınca, etrafına aşırı güven veren, hayatı çok net ve basit, kuralları belli olan bir adam hissine kapılıyordum. Musluğu elimin ucuyla kapatıp, elimdeki suyu öne eğilip silkeledim. İşte ne olduysa bundan sonra olmuştu...

Ne Bu Neşe?

Eğilince kumaş pantolon giymiş olduğumu gördüm. Aniden pantolon kemerimde, "plop!" diye beliren bir anahtar yumağı ve bir cep telefonu kılıfı görmüştüm. Anlamlandıramadığım bir refleksle elim arka cebime gittiğinde, orada bir kumaş mendille karşılaştım. Güzelce ellerimi ve ensemi (evet, ensemi) sildim ve müthiş bir yetkinlikle katladığım mendili tekrar cebime geri koydum.Hareketlerime aşina değildim ama her nasılsa refleks olarak hepsini ustalıkla yapabiliyordum. Lavabodaki aynaya baktım.Bambaşka bir adam vardı karşımda; geriye taralı ve bir hayli eksilmiş saçlarım, kısa kollu gömleğim ve özenle şekil verilmiş badem bıyığımla bir adet KOBİ'ye dönüşmüştüm. WC'den çıktığımda, az önce pizza yediğim mekanın yerine bir esnaf lokantasında buldum kendimi. Dönüşümümün esnaf lokantasına evrilişi pek cool değildi. Hollywood veritabanıma göre, "pizzacıda hesabı ödediysem, muhtemelen burada da ödemiş olmalıyım" diye düşündüm. Kapıdan çıktığımda Caras Galadhon yerine bilmediğim bir mahalleyle karşılaştım. İlginç şekilde nereye gittiğimi biliyor gibiydim. Bana çok benzeyen iki kumaş pantolonlu adamla selamlaştım. İçinde olduğum bu alternatif gerçeklikte her şey yolunda gibiydi; klasik başrol karakterlerinin yaşadığı o tedirginlik halinden eser yoktu içimde. "Ben kimim?", "Burası neresi?", "Nasıl oldu da düştüm buraya?" gibi varoluşsal soruları da kendime sormuyordum. Tüm bu gizemi çözerken de karanlık adamlara, ağır makyajlı, yüzü kırışık yaşlı kadınlara ve neon ışıklı tuhaf mekanlara yolum düşecekmiş gibi de gelmiyordu. Etraf benim gibi esnaf tipli adamlarla doluydu. "Beli Anahtarlılarland"e düşmüş gibiydim. Yol boyunca tüm bu anahtarlılara selam vererek ilerledim. Aklımda hasıl olan şeyler, "çek", "ödeme", "tahsilat", "karpuz", "ezine peyniri", "arabanın muayenesi", "oğlanın hali" gibi şeyler içeren düşüncelerdi ve bu düşünceler, kesinlikle rahatsızlık vermiyorlardı. Fakat karpuzcudan geçerken, "Kabakları kaçtan veriyosun?" deyip, gürültülü şekilde gülünce, ciddi şekilde tedirginliğim arttı. Mizahımın böyle düşük seviyelerde seyretmesi, beni asıl kaygılandıran şey oluvermişti. Dehşet içinde sol elime ağır ağır baktım. Çok şükür, yüzük parmağımda alyans yoktu. Fakat, hemen sonrasında, benim gibi esnaf adamların, belli bir yaştan sonra yüzük takmayı bıraktıkları gerçeğini hatırladım ve beynimden vurulmuşa döndüm. Tüm bu tatlı-sert tedirginlik, kuruyemişçinin önüne geldiğimde kaybolup gitmişti. İçeri girip, yarım kilo keçi boynuzu ve dükkan sahibinin yoğun ısrarları sonucu aldığım bir parça cevizli sucuk, tüm bu düşünceleri kafamdan silip atmıştı. Olayları çözebilmek için görmem gereken bir sembol, dövme ya da flashback falan gerekmiyordu. Her şey, ilginç şekilde kendiliğinden çözülüveriyordu. Sonra, daha cyberpunk ya da apokaliptik bir senaryoya denk gelmediğim için şükrettiğimi (?!?!?!) farkettim. İyi de şükrediyordum ha.

Bir süre daha selamlaşıp yürüdüm. Biraz ileride, yeni başlayan inşaatın şantiyesine çok şiddetli bir şekilde gidip bakma isteği duydum ama yine bilmediğim bir dürtüyle yürümeye devam ettim. Sonunda bir dükkanın önünde durdum. Daha önce görmediğim bu dükkandan içeri girerken, tabelada gördüklerimi içimden tekrar ettim: "Evriveydedayken Elektrik". Tezgahın arkasında duran adama baktım. Adam yüzüme bakmadan, "Ufocular ödeme istedi" deyince, buraya bir şey almak için gelmediğimi anladım. Ağzımdan istemsiz bir, "Beklesinler bir gün daha." yanıtı çıkıverdi. Gidip masaya oturdum. Sonraki iki saatte dükkana hiç müşteri gelmedi. Tüm bu varoluşsal krizler bir kenara, işlerin kesatlığı canımı sıkmıştı. En sonunda (o sırada gazete okuyup, muhalefetin yetersizliğini düşünüyordum) "Selamın Aleyküm, Üçlü uzatma kablosu var mı hacı ağbi?" diyen bir ses duyunca heyecanla kafamı kaldırıp, sese doğru döndüm. Müşteri, sorusuna cevap bekleyen bir tavırla bana bakıyordu. Ağzımdan kontrolsüzce, "Beşli mi olacak, yedili mi?" sorusu çıktı. Tam bu sırada, tüm dükkanda, "Türkiyem Canım Benim" şarkısı çalmaya başladı. Elim belimdeki telefona gitti.

Aman, İlahi Evriveydedayken Bey!

Evdeyim. Korktuğum başıma geldi. Alyansım yok ama bir karım var. Yaşına göre oldukça fit bir vücudu ve biraz despot bir suratı var. Her niyeyse evli olmamdan kesinlikle rahatsız değilim, aksine vakur bir huzur kaplıyor tüm benliğimi. Sanki kendisini hep tanıyormuşum gibi. İyi yemek yapıyor, özellikle de mısır ekmeğini. Ahşap oymalı ve yüzü yeni değiştirildiği belli olan bir koltukta oturuyorum. Gördüğüm kadarıyla durumumuz fena değil. TV'de oynayan "Mucize Doktor" dizisine, "Ali", "Ferman", "Nazlı" gibi kelimeler ve "Yalnız şu aklı eksik oğlanı oynayan çocuk iyi oynuyor, maşallah, maşallah" benzeri yorumlarla müdahalelerde bulunuyorum. Dizi, reklama girince, "Yav bu kaçıncı?" diye sesimi yükselterek bağırıyorum. Kafam kendiliğinden karıma dönüyor. Karpuz istiyorum karımdan. Hemen de getiriyor, sağolsun.

Gece 23:00 civarı, biyolojik saatimin emrettiği üzere, aniden ayağa kalkıyorum. Galiba yatmam gerekiyor. Önce banyoya gidiyorum. Güzelce çişimi yaptıktan sonra, aynada çok incelemeye fırsat bulamadığım tipime bakıyorum. Yüz halimden anladığım kadarıyla, gördüklerimden memnunum. Sadece gördüklerimden değil, genel anlamda memnunum hayatımdan. "Aslında her şey bir hayalmiş" gibi ucuz bir Hollywood klişesiyle tüm bunları geri sarmak, biraz yavan kaçıyor. Ellerimi güven veren bir aile babası gibi tekrar yıkıyorum. Mis. Yatak odasına gidiyorum. Yatağın üzerinde bir anda bir pijama takımı beliriyor (yine plop! efektiyle). KOBİ dünyasının eşsiz fırsatlarından biri olmalı bu pijama. İçim sevinçle doluyor. Önceki hayatımı geride bırakmak için bundan daha kıyak bir fırsat olamaz.

"Kim yönetecek, başkası var mı?", "Geçen yaz Oslo'dayken götüme kaniş soktum", "Doğu Ekspresi'nde çobana verdim", "Kocişimle ayin qeyfiii", "İyi dostlar biriktirdim, hepsi ailem oldu^^", "Tayland'da götüme anakonda sokturdum, müthişti ağbi", "Alfalık aqa, alfa olucan", "Sizi sıfırla çarpar, değerinizi yok ederim", "Biz sizi ararız", "O öyle değil, sen yanlış biliyosun", "Bizi feminizm kurtarıcaaaaak!", "Evlenmeyi düşünmüyor musun delikanlı?", "Okudun da noldu?" gibi temelde üç kuruş karşılığı olmayan, sikko şeylere bye bye.

Üstümde yumuşatıcı kokan pijamalarım, yanımda ince vücudu ve biraz yorgun yüzüyle karım, kafamda en fazla, "Ufocuların ödemeyi bir gün daha nası ertelerim? Oğlanı nası evlendiririz?" planlarıyla birazdan uykuya dalacağım. Hepinize iyi geceler. Allah hepinize rahatlık versin. Öperim.

Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...