2 Ekim 2020 Cuma

Leonardo'nun Gündüz Düşleri

 

Yer: İstanbul - Erenköy

Tarih: Mart 2013

Konu: Buzdağı

George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı bir anda kapladığını düşünün. George Michael, o hisli sesiyle şarkıyı kesinlikle boş bırakmadıkça, süreler uzar. Başta accayip hoş gelse de, bir süre sonra sonra, bildiğiniz işkence olur. Kaçıcak yer de yok. Tüm bu şarkı uzay boşluğuna döngüler halinde karışırken, Leonardo Di Caprio, yavru köpek bakışlarıyla karşısındaki kıza duygusal bakışlar (aşşşk bakışı) atıyor. Karşısında güzelce de bir kız var. Fakat sene 2013 olduğu için, tabii ki de Careless Whisper çalmıyor. Ama önümdeki çiftin davranışlarına bakılırsa, şarkının 1984'den günümüze kadar uzayıp gelebildiğini söyleyebiliriz. "Aşırı aşktan" büsbütün içine kapanmış bu çiftin hareketlerini, üç metre mesafeden (sosyal mesafeyi bilmeden hayatım boyunca uyguladığımı farkettim) izliyorum. Leonardo, kızın saçlarını parmağıyla kulağının arkasına alıyor. Aslında istese, kızın saçlarını, kendi kulağının arkasına da gayet alabilir; çünkü yüzüyle kızın yüzü arasında üç santim ya var, ya yok. Yükselen libidolar ve tür bilinci ile tamamen ilkelleşmiş çiftler için doğal bir mesafe bu. Böylelikle Leonardo'nun ağzından çıkan kelimelerin kızın kulağına ulaşması, sözcüğün kızın beynine gidip orada anlamlanması, anlamdan memnuniyet duyan beynin sinyali bedene yönlendirmesi ve öpüşme eylemi bir saniyeyi bile bulmuyor. Öpüşme sıklıkları, suni solunum ritmi gibi. Artık nefesleri geçtim, kalp atışlarını ben dahi duyabiliyorum. Galiba beyinleriyle birlikte dudakları da uyuştu. Düdüklü tencere seviyesine gelmiş libidoları yüzünden, artık vücutları da birbirine yapışık. An itibariyle, bilimkurgu filmlerinde, laboratuvar ortamında imal edilen fakat bir kaza sonucu kontrolden çıkan mutantımsı bir yaratığa benziyorlar (yapışık kafalar, dört kol, dört bacak). Arada bir çarpışan dişlerin sesini dahi alabiliyorum artık (aşırı libidodan garip sesler). Yaşadığımız dünyayla pek bir ilgileri yokmuş gibiler. Mekandaki diğer müşteriler, ben ve garsonlar, tüm bu sahneyi gerçekçi kılabilmek adına oraya yerleştirilmiş birer figüran gibiyiz.

Relationship Issues

Esas oğlan ayağa kalkıyor ve oturmaya devam eden esas kızı dudaklarından öpüyor (wow). Ama bir veda öpücüğü bu. Soğuk ve "böyle olmasını istemezdim Verişsu" öpücüğü. Ayrılırken elleri en son parmak uçları ulaşıncaya kadar birbirlerine temas ediyor (onsuz gidilecek mesafeyi bir kol boyu kısaltmak). Açıkçası bu ayrılığı anlayabilmek zor; zira normal şartlar altında, vücut bütünlüğünü bozmadan beraber kalkıp gitmeleri gerekiyordu. Daha da artmış merakıma rağmen, o tarafa bakmayı kesip, göz ucuyla bakmaya devam ediyorum. Çünkü "aşk canlısı" ikiye bölünmüşse, kalan kısım rasyonel, gerçek hayata döndüğünden, dış dünyadaki etkileşimleri yakalayabilecek duruma geliyor. Yine de bu ani bölünmeye bir açıklama getiremiyorum. Zira böylesine yapışık çiftler, çiş yapmak dahil her türlü eylemi işteş vaziyette yapabilirler. Kısa süre sonra, olaya açıklama getirmenin saçmalık olduğunu görüyorum. Açıklama, su vurulmuş saçlarıyla geliyor. WC'ye gitmiş. Demek ki Leonardo, sevdiceğinin dibine kadar girip, "ben bi su dökiiim" dediği için karşılığında bir öpücük almış. Masaya dönünce yine tek vücut formunda öpüşmeye başlıyorlar. Ayrıyken yitirdikleri öpücükleri karşılayabilecek uzunlukta bir öpücük bu (wow). Ben de mekanla birlikte tekrar figürana dönüştüğüm için tekrar bakmaya başlıyorum. Hikayeye geçici bir sıkıntı vermiş WC aralığından sonraki uzun öpüşme, bana bir final sekansı andırıyor. Kafamı Hollywood kamerası gibi yukarı kaldırıp, yıldızlı geceyi çekiyorum. Yıldızları gören krediler akmaya başlıyor: Starring: Leonardo Di Caprio & Bi' Kız... Music: George Michael & Evriveydedayken...

Şarkının Sonu

"Ya niye yüzüme kapatıyosun ya?" diye bağıran bir erkek sesini kim duysa, dönüp bir bakar. Öyle de yaptım. Yüzü duvara dönük bir adam, telefonla konuşuyor. Soğuk havaya rağmen, üzerindeki gömlekle mücadele verdiği için, apar topar oradan çıkmış olması muhtemel. "Hayır, niye kapatıyon, sen onu söyle?" diye bağırırken, yüzünü dönüyor. Leonardo!!!!! Hemen karşı kaldırımdaki alçak tabureli birahaneye oturuyorum. Görüş alanım bu sefer mükemmele yakın; mesafe yaklaşık üç metre. Soruyu tekrar soruyor. Karşıdan gelen cevabı aklı almadığı için, (ya da kız tarafından bunun böyle olması istendiği için) "Allah Allaaah! Kızım manyak mısın sen, ne alakası var?" diyor. Daha iki hafta önce öpücük manyağı yaptığı birine, "manyak" demesini de benim aklım almıyor. İçimden, "Ah be Leo..." deyip, yeni gelen soğuk biradan bir yudum alıyorum. Leonardo, "Ya kızım, hasta mısın sen, duymadım diyorum sana!" diye bağırdığında, problem çözülüyor. 

Olay, tek vücut formundaki çiftlerden kız tarafının memlekete gitmesi, erkek tarafın arkadaşlarıyla dışarı çıkması ve gürültülü ortamda telefona bakmayıp, iletişimi aksatması ve sonucunda kız tarafının memleketten sitemlerini göndermesi. Telefonun tekrar yüzüne kapanmasıyla Leonardo'nun öfkesi kontrolden çıkıyor. Böyle saçma ve aptalca bir şeyin nasıl bu hale geldiğini anlamlandıramıyor. (Kız tarafının, erkek tarafını gözden çıkardığında, ayrılma safhası daha kolay olsun diye bu tür bir soğutma süreci uyguladığını pek çok kez gördüm ve gözlemledim). Fakat ciddili zıvanadan çıktı. Sesinin artık çatlaklaşmasıyla, kontrolü tamamen yitirdiğini anlıyorum. Alt çene kaslarını sıkıp, sürekli gevşetmeye de başladı. Telefonun her çalışında, alt çene biraz daha öne çıkarak, Fatih Terim seviyelerine ulaşıyor. İki hafta (14 gün) önce Leonardo'nun yavru köpek bakışlarından, Fatih Terim'in basın toplantısı öncesi tüm medya mensuplarını sikertmeye hazırlanan sinirli çenesine hangi ara geldik, ben de bunu sorgulamaya başlıyorum.

Leo'ya bir klark çekerek biramı yudumluyorum. Memleketteki kız, telefonu açmamakta ısrarlı. Telefonundaki titreşimle, Leonardo'nun çenesinden yayılan sinir katsayısının eşit olduğu gibi übermensch bir fikre kapılıyorum. Telefon açılmıyor. Alt çene, artık Fatih Terim'i de düşündürecek düzeye ulaştı. Oturduğum yerden, "Aç be kızım!" temennisinde bulunuyor ve biramdan bir yudum daha alıyorum. Fakat, Memleketteki Kız, basit bir parmak hareketiyle, Leonardo'yu ezmiş bulunuyor. (Cinsiyetlerarası sosyal eşitsizlik) "Artık arama Leo!" temennisinde bulunuyorum. Ama Leonardo durmuyor. Yüzüne telefon kapatılmış erkek öfkesi, AVM'de istediği alınmayan, dört yaşında bir çocuğun kendini yere atması ya da arkadaşlarıyla Bodrum'a gideceğini söyleyince ailesi tarafından reddedilen onbeş yaşındaki bir ergenin kapı çarpmasına denktir. Leonardo'nun son denemesi de, arama hakkında bilgi veren kadının sesiyle kısalıyor. Artık Hollywood seviyesinden, yerli Türk dizilerine geçiş yaptığımız anlardayız. Sinematografik açıdan, Leonardo'nun yapabileceği tek şey, telefonu duvara fırlatıp, paramparça etmek. Elindeki IPhone 4s'e bakıyor ve telefonu çarpmaya götü yemiyor. Arkasındaki duvara avuç içiyle tokat atmayı tercih ediyor. Doğal seçilimde elenmenin acısından çok, elinin acısını hissetmiş gibi. Bir süre hareketsiz kalıyor. Sonra, "Amına koyayım!" diye yüksek sesli bir küfür sallıyor. Hareketsizliğin ardından gelen küfür, iyi bir şeydir. Zira, zor bir durum anında, hayata dönüşü müjdeler. Canlanıp, mekanın kapısına doğru ilerliyor. Gözlerimi bir Hollywood kamerası gibi kapanan kapıya odaklıyorum. Kapının kapanmasıyla, krediler akmaya başlıyor: Starring: Leonardo Di Caprio & Telefonu Açmayan Kız... Also Starring: Fatih Terim & Evriveydedayken...

Şu asla eskimeyecek şarkıyı da bonus olarak bırakayım. Götü kollayın annem. Öperim.



3 Eylül 2020 Perşembe

Kruıl İntenşıns


Yer: İstanbul - Beşiktaş
Tarih: 2010 Yazı
Konu: Kopçaların Hayatımıza Etkileri

Kısa bir bakışı, çok sıcak bir sevişme başlangıcı olarak algılayan sarhoş erkeğin işi çok zor. Anlık bir göz teması kurulan dilber-i rana'nın, bir-iki saat sonra kopçasına uzanabilmek, aslında ülkede anlatıldığı kadar sık rastlanan bir durum değil. (Hatta belki de hiç değil) Zira, sarhoş erkeğin sarhoşluğu arttıkça, umudu da bir dudağı gökte, bir dudağı yerde bir heyulanın büyüklüğüne ulaşır. Üstüne bir de bu umudu, saatler geçtikçe daha da daralan, iğne ucu kadar bir olasılıktan (tanışma) geçirebilmesi ve bu yeni gerçeklikte kendi kimliğini geçici olarak yeniden tesis etmesi gerekiyor. En büyük problem, maalesef alkol seviyesi. Alkol, böyle durumlarda yeniden tesis gerektiren kısımlarda, gereksiz hareketlere (sallanma, abartılı jestler, ultimate yavşaklık) sebep olabiliyor. Ve malum kopçaların açılması için masallardaki gibi sihirli sözcükler de yok. O yüzden, o kişiye özel olan, "custom" sihirli sözcükler bulunana kadar habire konuşmak gerekiyor.

Siz De Mi Sıkılmıştınız?
 
Üç kişilik bir erkek grubundan burun farkıyla sivrilen bir çocuk bu. Sivrilen, baya da iyi başladı; ortamdaki yüksek sesli müzik yüzünden (mekanların ticari kaygı güderek geçtiği, çok sinsi bir kıyaktır) dudak-kulak tekniğiyle konuşarak Kopçalı'yı güldürmeyi başarıyor. Ama işi biraz zor. Kulağa ve kopçaya yaklaşabilmek için Kopçalı'nın neşesini sürekli harlamak (post-modern doyumsuz kadının en çok otlandığı skill) zorunda. İşte tüm bu zorluk, tam olarak bu safhada yaşanıyor; çünkü her gülüş, aslında bir finaldir. Ve o son gülüşlerin ardından her defasında yeni bir kurgu oluşturabilmek de her yiğidin harcı değildir. Vakit geçtikçe dudak-kulak ilişkisi zayıflıyor. Üstelik sevişmek konusunda (ya da her konuda?) kararsız olan Kopçalı'nın yanında, yeryüzünde kesinlikle sevişilmesin isteyen ve sürekli, "Uuuufff yea, hadi gidelim :(" demeyi kendine hayat gailesi edinmiş, asık suratlı kızlardan biri var. (Günümüz feministlerinin orijin diyalektiği) Asık Surat, "Hadi gidelim!" lerin şiddetini arttırıyor. Sivrilen, yaşanan o tuhaf boşluğu kafasını sallayarak doldurmaya çalışıyor. Ama nafile, kulakları harlanmayan Kopçalılar, bir süre sonra asık suratlara teslim olur. "Gidiyor musunuz?" diyor Sivrilen. Yüzüne "maalesef :(" anlamında sentetik bir hüzün katarak kafasını sallıyor Kopçalı. Sivrilen, dış kulvardan yardırarak, son bir dudak-kulak ilişkisi kurmaya çalışıyor. Değişen bir şey olmuyor. Kulaklar, yanındaki asık suratla birlikte ortamı terk ediyor. Dudaklar, teselliyi ellerdeki şişede bulmaya çalışır gibi arkadaşlarının yanına gidiyor: "Noldu lan?" / "Ağbi kız kalcaktı da, yanındaki arıza var ya, o sorun çıkardı..."

Şeklimiz Yeter Ağbisi!

Çatı katındaki mekana merdivenden yeni adamlar çıkıyor. Önce kafaları, sonra da vücutları yavaş yavaş görünüyor. Mekan, yeni sakinlerini bekliyor. Feci şekilde ciddiler. Taptaze umutlar ve dipdiri bakışlarla geliyorlar. Gözleri çakmak çakmak. Hollywood'un hiç esirgemeden ağır çekimde göstermeye gönüllü olacağı adamlar bunlar. Merdivenden çıkışları, sanki saatleri buluyor. Ülkede, dünyayı etraflarında döndürecek bakışlarla, her an sevişmeye hazır bu kadar çok insan olması, bir gurur vesilesi midir, bilemiyorum. Tazeler, alkolün henüz etkilemediği gözleriyle etrafı hızlıca süzüp, potansiyel sevişmeleri tarıyorlar. (Elimizdeki telefonlarla çok mu medeniyiz acaba?) Bakışları öyle sert ve özgüvenli ki, ortamdaki kızların yüzlerinden sekip, Curaçao sahillerindeki kızların aklını alabilecek güçte. O an biri ayağa kalkıp, "Yiğitler! Kopçalılar şu tarafa gitti!" diye yol gösterse, zor zaptettikleri atlarını barın arkasına dörtnala sürmeye dahi hazır olabilirler.
Atlılar, barın arkasına gitmediler. Biralarını alıp, bu yakada kalmayı tercih ettiler. Zamanla ortamdaki diğer erkekler gibi giderek sıradanlaştılar. Beğenilerin silikleşip, hedeflerin var olana odaklandığı (literatürde leşçi saatleri de denir) saatlerdeyiz. Merdivenden, alkol seviyesi artık götüne ulaşmış bir Pişman çıkıyor. Gözleri, Rumeli hortlakları gibi kıpkırmızı. Artık kopçalılara çok daha erotik (daha kırmızı) bakabilecek. 

Merhaba, Ben Işıldayan, İsminin Birincisi

Vakit ilerledikçe merdivenden gelen erkek sayısında artış gözlenirken, ortamdaki kopçalı sayısının gitgide azaldığı görülüyor. Barda çok kısa bir süre içinde değişen arz-talep dengesinden ötürü, ortamda kalan kopçalılar, aldıkları bakış sayısını arttırmaya başlıyor. (Kopçalı başına ben diyeyim üç, siz deyin beş bakış) Eğer erkek gözü, baktığı yeri aydınlatsaydı, kopçalıların her biri, bir projektör şiddetinde parlayabilir. Tam o anda, merdivenlerden yepyeni bir ışık huzmesi geliyor. Tüm erkek gözleri ona dönüyor. (Diğer bütün kızlar sönüyor) Artık herkes, tek ışık kaynağına bakıyor. Reklamlarda erkekleri direğe çarptıran ve psikopatça bu çarpışmadan memnun kalıp, saçlarını daha bir savuran kızlara benziyor bu gelen. Yanında, böyle bir kıza refakat etmenin gururu ve sıkıntısını aynı anda yaşayan bir adam var. Duvar kenarındaki bir masaya oturuyorlar. Konumu gereği sürekli bakabilen uyanıklar, yancılarından aldıkları sinyalle (şimdi bak!) kısa süreliğine dönüp bakabilen biçareler, WC'ye giderken yanından geçiş süresini fırsat bilenler, gözleri aynı hizada tutturup, ısrarla zorlayanlar, hepsi ona bakıyor. Toplu röntgen, kızın girişindeki ilk şok etkisiyle, yaklaşık beş dakika kadar sürdükten sonra, yavaş yavaş insani seviyelere geri dönüyor. İlk şokun ardından, kızın ulaşılmaz olduğuna kanaat getirenler sayesinde, diğer kopçalılar da düşük voltajlı da olsa ışık yaymaya başlıyorlar. 

Bakışların Bana Biraz Cesaret Versin!

Sivrilen'e baktı. Evet, doğru okudunuz. Bunca itin, çakalın arasında, hem de yanında bir erkek varken Sivrilen'e bakması, Hollywood'da sıkça gördüğümüz bir klişeyi andırıyor. Bakışı yakalayan Sivrilen'in hareketleri bir anda değişiyor. Görüyoruz ki Sivrilen'in duruma göre ortaya çıkardığı bir sürü kişilik (komik, işini bilen, uyanık, sevimli, serseri, asi, uyumlu, nazik, ukala, adi) bölünmesi var. Fakat o da ne, şimdiki Sivrilen, isteksiz ve küçümseyen bakışlarla etrafı süzen, ermiş bir Sivrilen. Mekana aşırı fazla gelen bir yaşanmışlıkla kısıyor gözlerini. Tüm hareketleri, Seda Sayan kliplerinde rol alan erkek oyuncu gibi abartılı ve kasıntılı. Kıza bakışları cool başlasa da sonraları kesişmelere ve en sonunda sabitlenmeye dönüşüyor. Tam o sırada, kızın yanındaki adamın da kendisine baktığını farkediyor. Erkek, Sivrilen'e, "Hayırdır tosunum?" anlamında göz kırpıyor. Sivrilen'in, kızdan aldığı bakış sonrası oluşturduğu o imaj, çok daha erkeksi ve tehdit edici bir bakışla bir anda dağılıyor. Sivrilen, derhal başka tarafa bakarak, bir anda kaygılı Sivrilen'e geçiş yapıyor.
Artık gitme vakti. Mekan yavaş yavaş boşalıyor. Erkekler, gruplar halinde eve dönerken, 5-0 bitirdikleri saçma gecenin kritiğini yaparak, sızacaklar. Sivrilen, mekandan ayrılmadan önce uzun ve yoğun bakışmalardan dolayı unuttuğu çişini yapmaya gitti. Tahminim, ellerini yıkadıktan sonra aynada hijyenik Sivrilen'e bakarak, kızla gelen adam olmasaydı, yapabileceklerini kafasında kurguluyor. 

WC'nin kapısına yatan bir başka Işıldayan ise uzun süreli bir tereddütten sonra yanıma geliyor ve tanışmak için bacağıma sürtünüyor. Biramdan bir yudum alarak, gecenin en sevimli Işıldayan'ını belirliyorum. Anlamış gibi yüzüme doğru mırlıyor.

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Sağol Be Johnny Depp!

Yer: İstanbul - Ankara Yolunda Bir Yerlerde
Tarih: Ekim 2018
Konu: Bir Şakaya Daha Ne Dersiniz Prosedür Hanım?

"Hayır, teşekkür ederim" dedi yanımdaki adam. Doğrusunu yapmasına rağmen, otobüsü amacına yönelik, yani bir ulaşım aracı olarak gören insanların, ikramı geri çevirirkenki medeni ses tonu, niyeyse canımı sıkmıştır. O sıralar otomotiv sektöründe çalıştığım için, uçağa son anda binmekten vazgeçmiş, orta-üst sınıfın tercih ettiği bir otobüs firmasıyla gidiyorum. Aslına bakarsanız, bu tür "daha elit" firmaların daha düşük ölçekli muadillerinden çok da bariz bir farkı kalmadı. Fakat ne için çığlık çığlığa bağırdığı belirsiz, gerizekalı ebeveynlere sahip çocuklar, yorulana kadar aralıksız ağlayan bebekler, torbadan çıkan pastırmalar, koyun peynirleri ve ayakkabısını çıkaran 55 yaş üstü yolcular gibi daha az kırsal öğeler içermesi açısından tercih sebebi olabiliyorlar. Otobüsümüz, Buckingham Sarayı'na yol aldığı için, muavinin ikramları ya reddediliyor ya da "Sadece su aliiim" cevabı veriliyor. Otobüse binmeden önce genellikle otogarların sağlıksız ama korkunç lezzetli olabilen gıdalarıyla bünyemi tıkadığımda muavinleri reddettiğimi hatırlıyorum. Yine ilginç şekilde o reddetme anında, insanın içinde gerçekten de bir çeşit medenilik hissi hasıl oluyor. Özellikle de otobüste hoş bir mahbubenin görüş alanında reddettiyseniz, moralman yükselebiliyorsunuz bile.

Ama genele bakılacak olursa, suyu çok seven ve sıvı tüketmeyi yaşam parçası haline getirmiş biri olduğum için pek de ikramları reddedemiyorum. Hatta çok kıytırık değilse, ufak keklerden falan da alıyorum ara sıra. Evet, şu anda da karşı koltukta yalnızca "Nescafe ikisi bir arada" gibi sade ve minimalist tüketimiyle asilzadeliğin sınırlarını zorlayan çok hoş bir dilber-i rana görüş alanımda. Hayvan gibi yerken bana acınası bakışlar attığını görüyorum. "Biraz sabret canım, biraz göz kontağı tüm ilişkimizi yoluna koyacak" diyorum içimden. Fakat o da ne, kulaklığını takıp camdan dışarı bakan depresif kız olmayı tercih etmiş. Medeniyet fışkıran otobüsümüz 90'ı geçmeden tıslaya tıslaya ilerliyor. Yanımızdan 90 km'yi tınmayan, turşu bidonlu bir firma vınlayarak yardırıyor. Böylelikle otobüs olarak, firmamıza olan güvencimiz, bir kere daha tazeleniyor. Telefonun şarjı biraz azalınca, önümdeki ekranı açıyorum. Karşıma Johnny Depp çıkıyor. Yine alengirli işlere girmiş. Depresif ve masum suratıyla yine bir şeylere hisleniyor.

Yaklaşık bir saat sonra, otobüsün, kamyoncuların kullandığı bir mola yerine giriş yaptığını gördüm. Otobüsten huzursuz sesler yükselmişti. Önümdeki ekrandaysa Johnny Depp, su kenarında bir kadından eğilip eğilip alt dudak alıyordu. Galiba sorunları halletmişti. Otobüs, kapısında, "OTO TAMİR" yazan baraka gibi bir yerin önünde durdu. Şoför, muavin ve "balata, kayış, kasnak" demeyi seven kraldan daha kralcı bir kaç tip, aşağı indi. Öpüşme biter bitmez, ben de indim ve bir sigara yaktım. Arka tekerin etrafında yarım daire vaziyetinde dizilmişlerdi. Görünüşe göre, sağ arka lastiğin bijonu kesmişti. Apartman yöneticisi görünümlü, ağır geyikçi, yazın bir tür yazlık lorduna dönüştüğünü tahmin ettiğim dayının kafa sallaması ve şoförün çaresiz bakışlarından (sorun olduğunda abartılı kızaran Karadenizli dayı prototipi) soruna kısa vadede çözüm gelmeyeceğini anlamıştım. Fakat asıl sorun, o saniyelerde merdivenlerden aşağı inmekteydi...

Anlatamıyorum galiba ben?!?!?!

"Bakar mısınız, siz bu sorunu halledebilcek misinieaz?"

İstemsiz hepimiz bu ses dönüp baktık. Sille tokat girişilen kavgalardan daha fazla etki yaratan ve ciddi anlamda tehdit edici bir sesti bu. "Uğraşıyoruz hanımefendi" dedi şoför. Bunun üzerine, emredici bir sesle, "Herkesin işi gücü var, hemen firmayı arayın! Hemen!" diye bağırdı. Şoför elindeki tuşlu telefonu delilmiş gibi kaldırarak, "Haber bekliyoruz hanımefendi, olmazsa bir araç yollayacaklar" dedi. Suratındaki kırmızılık, gittikçe koyulaşıyordu. "Hadi sıradan bir firma olsa anlarım da sizin bu gibi durumlar için acil durum prosedürünüzün olması lazım!" diyen bir başka ses duyuldu arkalardan. Alien gibi çoğalıyorlardı. Kırmızı Surat'ın kelime haznesinde, "prosedür" gibi bir sözcük olduğunu pek sanmıyorum. Vermek istediği cevabı da engelleyen şey, muhtemelen bu "prosedür" kelimesiydi. Söyleyecekleri içinde sıkıştıkça, kırmızılığı artıyordu. "İnanamıyorum, tuvaletiniz de bozuk!" diyen bir başka kadın sesi, büsbütün kaosu arttırmıştı. Muavin hemen tuvaletin "nasıl bozuk!" olduğuna bakmaya gitti. Sonra, ön taraftan bir kadın daha çocuğuyla (dramatik öğe) söylenerek bize yaklaşıyordu. Kapana kısılmıştık. İngiliz Kraliyet Ailesi'nin diz çöküp tövbe isteyeceği bir medeniyetten, dakikalar içinde Arınma Gecesi'ndeki maskeli psikopatlara dönüşmüştük. Yakınma şiddeti, kritik seviyelerdeydi.

Bi' Konuşmama İzin Ver

Suratı artık morarmaya başlayan şoförün, "hanımefendi" kelimesiyle dış kulvardan giriş yapmaya çalıştığı her diyalog denemesi, daha ikinci kelimeye gelmeden parçalanarak uzaya karışıyordu. Artık tamamen düdüklü tencereye dönüşmüş şoför, "Lütfen biraz anlayışlı olun yaaa!" demeyi başardığında kısa bir sessizlik oldu. O "yaaa!" nın parça tesirli el bombası yaratacağını hissetmiştim. Prosedür Hanım, "Tamam daha fazla konuşmaya gerek yok, siz haklısınız, biz burda hepimiz enayiyiz" dedi. Vaziyetin başka bir boyuta geçtiğini anlayan Kırmızı Surat, elinin parmaklarını birleştirerek, son derece yumuşak bir ses tonuyla, "Hanımefendi..." der demez kötü darbeyi yedi: "Lütfen o elinizi indirin, sizinle daha fazla tartışmak istemiyorum!". İşte bu gerçekten can sıkıcıydı. Buna benzer hareketlere, gözlemlediğim kadarıyla daha çok kadınlar başvuruyor. Tartışmanın en hararetli yerinde, daha "iyi" ve daha "medeni" olduğunu iddia eden ama elinden bir şey de gelmeyen tarafın aniden ortaya koyduğu yapay bir nezaketle tartışmadan galip ayrılmış sayılması durumundan bahsediyorum. ("Daha fazla konuşmak istemiyorum" tavrı, çok uzun bir mızrağın sadece ucunu batırmaya benziyor) Medeni bir şehirli olan Prosedür, Kırmızı Surat'a aniden nezaketiyle saldırarak, aynı tabakadan olmadıklarını göstermişti. Kırmızı Surat'ın bu felç edici saldırı karşısında daha fazla kızarmaktan ve "Allah Allaaaah, ne dedim şimdi ben hanımefendi" demekten başka bir seçeneği kalmamıştı.

Rezalet Index Puanı

Tamirci arabayla uğraşırken, şoförün kızarıklığı, muavinin getirdiği kolonya ile şimdi biraz daha azaldı. Tartışmaya katılan tüm medeniler, tüm meşguliyetleri ile telefonda konuşmaya başladılar. Tüm bu yaşananları, ırzlarına geçilmiş ve onurları iki paralık edilmiş gibi yakınlarına anlatıyorlar. Bir kaç kişi, plakanın fotoğraflarını da çekti. Medenilerin, kırsaldaki aksaklığı, kapsama alanı sayesinde seviye atlıyor ve yavaş yavaş büyüyor. Muavin, "Tuvaleti hallettim" diyerek yanımıza geliyor. Aramızda sorun çözebilen birilerinin olması sevindirici. Görece biçimli yüzüyle, galiba biraz da Johnny Depp'i andırıyor. Otobüs holünde gizlice Prosedür ile öpüştüklerini hayal ediyorum.

Otobüsteki film, 1994 tarihli Don Juan Demarco filmi. Özellikle Bryan Adams ile klasik olmuş soundtrack klibini buraya bırakır, hepinizi kokulu kokulu öperim. Götü kollayın annem. 

 

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Turuncunun Ellibirinci Tonu

Tarih: 2014 Sonbaharı
Yer: Caras Galadhon
Konu: Naber Ağbi?

İşte geldi. Gelişi bu kadar belirgin insan, gerçekten zor bulunur. Yine turuncu (evet, turuncu) pantolonunu giymiş. Turuncu pantolonlu bu adam, "kim olduğunu kesinlikle bilmediğim ama sürekli gördüğüm insan"ların yüksek kralı pozisyonunda. Mekana girer girmez çok fazla sayıda insana, "naber ağbi?" diyor. Akabininde ağzından çıkanlar, daha karşıya ulaşmadan gözleriyle etrafı süzdürüyor. Tek bir kişiye değil de herkese aynı anda bakıyormuş gibi bir hali var. "Yaygın İnsan"ı, adını dahi bilmeden sadece gerekli bir kaç anahtar kelime ile tarif ederek bir başkasına hatırlatmak ve "Haa evet ya, ben de sürekli görüyorum onu" cevabını almak mümkün. Şimdi ben Turuncu Pantolon'u burada görüyorum ama mesela mekandaki garson kızcağız onu gündüz saatlerinde Caras Galadhon Üniversitesi civarlarında görüp, "Hmnsktiminin yine mi bu" demiş olabilir. Hatta bu adamı binlerce kişilik stadyum konserlerinde, parti mitinglerinde, bahar şenliklerinde yüzlerce, binlerce kişinin arasında şak diye görebilmek mümkün. Bulunduğu yaşam alanlarında sürekli dolanan, herkesin tanışmasa da adını mutlaka bildiği, kış zamanı okul binasında komik olduğunu düşündüğü ama aslında kimsenin komik bulmadığı tişörtüyle her yerde beliren o adamı hatırlayın. Abartılı şekilde rahat davranışlarını izlemek zorunda kaldığınız, zaman-mekan farketmeden bağdaş kurabilen, aniden gürültülü ve şuh kahkahalar atan o kızı hatırlayın. "Kendini merak ettiren insan" her yerdedir. Ne yer, ne içer, yaşam alanı nerelerdir ve esasen neyin peşindedir ve ne yapmak, nereye varmak istemektedir, bilinmez.

Yanımdaki arkadaşa bu ufak gözlemlerimi anlatacağım sırada Turuncu Pantolon bize doğru yürümeye başlıyor. Tam önümüzde durup, "Naber ağbi?" diyor yanımdakine. (Ğ harfinin açıklayamayacağı düzeyde bir yavşaklık belirten bir 'ağbi' bu) Bir süre birbirlerini pek de sallamadan ayaküstü konuşuyorlar. Konuşulanlar bitip, aradaki iletişim sönme noktasına gelince, aradaki ilişkiyi Oğuzhan isimli üçüncü bir kişi üzerinden yeşertmeye çalışıyorlar. Burada olmayan Oğuzhan'ın işten ayrıldığını ama sevgilisinden ayrılamadığını ve "harbi salak" olduğunu öğreniyorum. Turuncu Pantolon'la tanıştırılmıyorum. Elimde Oğuzhan hakkında çok ufak bir bilgi var. Lafa girmenin tam sırası. "Blablabla'daki Oğuzhan mı bu?" Onaylıyorlar. Çok büyük bir gizemi çözmüş gibi ciddiyetle sakalımı sıvazlıyorum. Hakkındaki bilgim bir kaç harften ibaret olan Oğuzhan sayesinde Turuncu Pantolon'a ulaşıyorum. Geyiğin devamında Oğuzhan'ın "harbi salak" ve "harbi gerizekalı" olduğunu tekrardan öğreniyorum. Verilen her bilgiden sonra kafamı sallıyorum. Özellikle bu hareketim, Turuncu Pantolon'un hoşuna gitmiş olmalı ki arada konuşurken yüzüme bakmaya başlıyor. Turuncu Pantolon ilginç bir adam, asgari kelime konuşup, finali mutlaka, "harbi"yle beslediği, "salak, gerizekalı, öküz, mal" gibi sıfatlarla bağlıyor. (Harbi: İlkokul seviyesindeki küfürlü sıfatları daha maskülen ve önemli göstermeye yarayan kadim bir söz) Turuncu Pantolon, yanında beliren üç-dört kişiye de, "Naber ağbi?" diye soruyor. Bunların ikisine, "Uğrarım az sonra", diyerek umut veriyor. Oğuzhan konusu da tükenince, müzik eşliğinde kafasını ağır ağır sallamaya başlıyor. Anlamsız, "Her şeye hakim ve farkındayım" imajını takındığı anlarda, profilden bir kez bakıyorum. Evet, bence bir kuşa benziyor. Sağa sola konup, uygun yiyecek veya su bulursa, konup, nasiplenecek ve başka bir yerde görülecek. Sonra, "Görüşürüz ağbi" deyip uçuveriyor. Az ilerideki masaya, "Naber ağbi?" diyerek konuyor.

1 Hafta Sonra

Oğuzhan Olmadan Asla!

"Naber ağbi?" diyerek yanıma geliyor. "Normal", diyorum. (Uzun bir süre, "normal" cevabını çok sık kullanırdım. Hem iyi hem kötüymüşüm gibi, aynı anda her şeymişim gibi...) Hoşuna gidiyor. Yüz ifadesinden, bunu günlük konuşmasında kullanacağı hissine kapılıyorum. Tam ona göre. Sonrası boşluk. Konuşmadan duruyoruz bir süre. Onunla konuşabileceğim tek şey Oğuzhan. Bugüne kadar iletişim problemi yaşayacağımı düşündüğüm kişilerin potansiyel ilgi alanına göre, sadece futboldan ya da sadece arabalardan konuşarak birtakım ilişkileri sürdürmeyi başarmıştım fakat şu anda ilk kez Oğuzhan'dan konuşarak bir muhabbeti ayakta tutmaya çalışacaktım. "Oğuzhan'la konuştun mu bari?" diyorum. İlişkimiz hemen hareketleniyor (cağnım Oğuzhan). "Ağbi adam harbiden koptu" diyor (yürü be Oğuzhan) Oğuzhan'ın türlü türlü salaklıklarını ve gerizekalılıklarını anlatıyor. Fakat Oğuzhan sandığımdan da kısa sürüyor (n'oldu Oğuzhan?). Sonrası yine karadelik gibi. Kafasını sallıyor ve etrafına bakınıyor. Bir masada bakışları sabitleniyor. Uçacak, belli. "Hadi ağbi görüşürüz" deyip omzumu sıkıyor. Oğuzhan'ı da alıp uçuyor (görüşürüz Oğuzhan). Mekandan ayrılırken, "Görüşürüz ağbi" demek için arkasından yaklaşıp omzunu sıkıyorum. Dönüp otomatiğe bağlamış şekilde, "Naber ağbi?" diyor. "Oha!" diyorum içimden.

1 Ay Sonra

İlle de Oğuzhan

"Naber ağbi?" diyerek yanıma geliyor. (Oğuzhan koş!). "Normal" diyorum yine. Gülümsüyor (evet, kullanmaya başlamış). Sonrası yine boşluk. Yoğun bir şekilde konu arıyorum, aklıma Oğuzhan'dan başka bir şey gelmiyor. Neyse ki, "Dün Oğuzhan'la görüştüm" diyerek konuyu o açıyor. "N'apıyomuş o eşşek?!?!" deyip Oğuzhan'a sarılasım geliyor. "Salak ya, hala hatundan ayrılamamış, harbi kafasız bu adam!" diyor. İçimden, "Hatun mu?", dışımdan, "Harbi mi?" diyorum. "Harbi" diyor. Sonrasıysa nası desem ki çok harbi bir boşluk gerçekten. "Görüşürüz" deyip kızların olduğu bir masaya uçuyor. Arkasından bakıyorum. Turuncu Pantolon'u uzaktan izlediğim o güzel günleri hatırlıyorum. Onun için oluşturmuş olduğum gizemli imaj, tanıştığımız andan itibaren nasıl da azalarak yok oldu. Şimdi vücudu tamamen "naber"den oluşan dümdüz bir insanla karşı karşıyayım. Kalbi "naber" diye çarpıyor, damarlarında "naber" akıyor, bünyesindeki fazla "naber"leri de dışkıya çevirip dışarı atıyor. Hatta sabah gözlerini açıp boşluğa, "Naber ağbi?" diyor bile olabilir. Üstelik karşı cinse de, "Naber ağbi?" diyor. Hatta "ağbi" dediği "bağzı" kızlarla çok "harbi" sevişmek istiyor.

Sonraki Hafta

Yetiş Ya Oğuzhan!

Tüm gece birbirimizi görmemiş gibi davranıyoruz. "Naber ağbi"yle başlayıp, "Normal"le kıvranmaya başlayan ilişkimizi artık Oğuzhan'ın da kurtaramayacağını o da fark etmiş olmalı. Böylesi daha iyi, en azından Oğuzhan'ı rahat bırakmış oluyoruz. Kalkmadan önce uğradığım WC'den çıkarken bir an karşı karşıya geliyoruz. Kaçış yok, "Naber ağbi?"mi alıyorum mecburen. Beraber alt kattaki çıkışa doğru gidiyoruz. Sokağa çıkıyoruz. İstikametle ilgili bir dizi soru-cevaptan sonra aynı taksiye biniyoruz. Takside müthiş bir sessizlik hakim. Konuşacak konu ararken istemsiz olarak sürekli Oğuzhan'a çarptığımı fark ediyorum. Artık kafamın büsbütün ağrıdığını hissediyorum. Ve tüm bu yoğunluk anında konuların en saçması (ya da en mantıklısı?) ağzımdan dökülüveriyor: "Abi pantolonunu hiç değiştirmiyo musun sen?" (Ah be Oğuzhan, nerdesin sen?) Dönüp bana bakıyor. Dudağının kenarından gülümsüyor, "Bundan beş tane var bende" diyor. (Duydun mu Oğuzhan, "beş" diyor, ne diyim?) "Oha, harbi mi?" diyorum. "On iki senelik takıntı" diyor. "Oha, harbi mi?" diye tekrarlıyorum. Sonrasında promilden mi Oğuzhansızlıktan mıdır bilinmez, aniden soruyorum: "Abi ne iş yapıyorsun sen?". "Boşveeer, uzun hikaye" diyor. Uzun hikayesi olan bir iş düşünüyorum, aklıma işsizlikten başkası gelmiyor. Boşverip arkama yaslanıyorum ve göz ucuyla Turuncu Pantolon'u seyrediyorum. Bir arabanın içinde, üstelik yan tarafta oturan birine bakmaya çalışmak, saçmalığın dik alasıdır Oğuzhan. Dönüp bir an bana bakıyor. Yakalanınca onun bulunduğu taraftaki pencereye bakıyormuş gibi yapıyorum. Sonra o anda yine seni kurban ediyorum: "Oğuzhan n'apmış, ayrılmış mı hatundan?" Aynı sahte ukala gülüşüyle, "O salak bir bok beceremez" diyor. Üzgünüm Oğuzhan.

Corona, morona, dikkat ediyosunuz, iyi bakıyosunuz annem. Öperim.

29 Mayıs 2020 Cuma

Makinelerin Sinsi Yükselişi: Rihanna Edition

Yer: Caras Galadhon
Tarih: Temmuz 2016
Konu: Atanamamış John Connor

Havayı yakalamaya çalışan bir çocuk gördüm. Baya uzağımdaydı. Yaklaştım. Yaklaşırken yakalamanın dışında ara sıra zıpladığını ve üzerine bir şey fırlatılıyormuş gibi sağa sola eğildiğini farkettim. Yanına vardığımda, dev bir plazma tv'ye baktığını gördüm. Ekranda bilmediğim bir oyun var. Fakat çocuğun elinde joystick falan yoktu. O an, bu garip canlının, insan hareketlerini algılayabilen bir oyun konsolunun (Xbox 360 Kinect) kurbanı olduğunu anladım. Halihazırda bildiği bir şeye tekrar şaşıran insan, teknolojiden daha hızlı yaşlanıyor demektir. Daha önceleri futbol oyunlarında, attığı golden sonra gaza gelip ayağa kalkan ve üçlü çektiren ya da dövüş oyunlarında hasmına bir fiske bile atamayıp, "ya amnıskerim" diyerek joystick'i fırlatıp giden nice insan görmüşlüğüm var. Ama hava yakalamaya çalışanını ilk kez görmüştüm. Başlarda izlemesi eğlenceli olsa da, bir süre sonra havayı yakalarken takındığı aşırı ciddi yüz ifadesi sinirlerimi bozmaya başladı. Eğlenmekten çok eziyet çekiyor gibi bir hali vardı. Havayı yakalayarak, ilk bölümü geçmeyi başardı. Sonraki bölüme geçerken el ve ayaklarını profesyonel bir oyuncu gibi sallayarak bir takım ısınma hareketleri yaptı. Sonra gözlerini kapatıp bir süre hareketsiz kaldı. "Yürü be!" dedim içimden. Sonra gözlerini açtı ve derin bir nefes aldı. O an, ensesine vurup, "Napıyon sen lan?!" demek isteği geldi. Tekrar zıplamaya başlamadan ortamı terkettim.

Teknolojinin nimetleri karşısındaki abartı ciddileşme meselesine, ilk defa 90'lı yıllarda, kafe ve çay bahçesi gibi ortamlarda ısrarla dizüstü bilgisayar (ilk taşınabilir Macbook'lar) kullanan şanslı bir kaç azınlık sayesinde şahit olmuştum. Bir mekanda bilgisayar açan insanlara bakarken, yakalanma riskiniz (feci şekilde kasıldıkları için) çok azdır. Mekandaki diğer insanlar, çaylarını-kahvelerini yudumlayıp, güzel bir takım sohbetlere nail olurken, adeta Wikileaks belgeleri sızdırır gibi aşırı bir ciddiyetle ekrana bakan bu insanların, aslında Facebook'daki aşırı milliyetçi bir takım gruplarda Türklük övdüğüne sıklıkla şahit oldum.

Çok da dev olmayan bir teknoloji mağazası burası. Mağazadaki herkes, ortamdaki teknolojiyi kısık gözler ve müthiş bir ciddiyet ile inceliyor. Uzaktan görebildiğim kadarıyla, Zıplayan'ın zıplama sıklığı, ilerleyen seviyeler ile birlikte arttı. En güzeli, yakın gözlüklerini çıkarıp, 3D gözlüğü takan emekli bir dayının şokla karışık yaşadığı sevinçti sanırım. Onlarca insanın bulunduğu reyona yaklaştım. Televziyonların hepsinde Rihanna vardı. Herkes, büyük bir ciddiyetle en net Rihanna'yı arıyordu (Meme çatalı çözünürlüğü). Meme çatalıyla teknoloji arasında akılları karışan bu ciddi adamları görebilmek için biraz daha yaklaştım. Rihanna çatalı, plazma ve LCD'lerin küçük illüzyonlarıyla daha da gıcıklayıcı hale gelerek, özellikle genç bünyeleri ekran başına sabitlemişti. Belki de en kaliteli haliyle henüz Bülent Ersoy'u o ekranda izlemediklerinden midir bilinmez, gördüklerinden çok etkilenmişlerdi. Tahminimce gerçek alıcı gibi bir halleri yoktu; muhtemelen çatala ve esmer tendeki ıslaklığın oluşturduğu o parlaklığa bir göz atıp çıkacaklardı. Gerçek alıcılarsa, sadece Rihanna'ya bağımlı kalmıyor, mağaza görevlilerini kovalıyorlardı. Mağaza görevlileri de az maaşa rağmen, bilirkişi olmanın direnciyle, müşterilerin kontrast, çözünürlük ve inç hakkındaki sorularını çok tematiğe girmeden cevaplıyorlardı. O sırada önümden, işaret ve başparmağının arasında incecik bir boşluk tutan biri geçti. Yürürken, tuttuğu boşluğun ölçüsünü kaybetmemek için parmaklarına bakıyordu. Rihanna'yı seyreden arkadaşının yanına gidip parmaklarını göstererek, "Aha bu kadar incelikte televizyon var la" dedi. "Hangisi?" diye sordu arkadaşı. Birlikte, orada duran televizyonların yanına gittiler. Zıplayan'dan sonra, teknolojinin insanı boşlukta oynattığı ikinci vaka buydu. Takip ettim. Plazmanın ekranına değil, yanına bakıyorlardı. Gerçekten incecik (kağıt gibi) bir televizyondu.

Rihanna'ların önünden geçerek, "Bunu alan, bunu da aldı" diyerek yerleştirilmiş Home Theatre'ların olduğu bölüme geldim. O da ne, yeni alınan plazmanın hakkını verebilmek ve daha iyi Netflix izleyebilmek için 5+1 ses sistemlerine bakan bir çift. Kadın, sanal mağazalarda "ürün karşılaştır" butonunu pörsütmüş, teknik ağırlıklı kocasının, mağaza görevlisine sorduğu tematik sorulardan sıkılmış görünüyordu. Sorular ve analizler bitmek bilmedi; teknik koca, 5+1 sistemle bütünleşmiş, 5+2 olmuştu. Karısı ise tahminen, uzun ayaklı iki ses elemanını salonda nereye koyacağını düşünmekle meşguldü.

3D gözlüklü dayı ortada yok. Ortam, artık biz gerçek teknoloji sevdalılarına kalmış gibi görünüyor. Zıplayan, hala oynuyor. Tek izleyicisi olarak yanına gittim. Havayı yakalama, zıplama ve eğilme hareketlerine bir de beni kontrol eden, "yangöz atma" hareketi eklenmişti. Önüne gelen engeli aşmak için zıplamakta gecikince, dönüp, "Al bak, gördün mü yaptığını?" der gibi kısa bir an bana baktı. Zıplayan'ı haklı olarak sinirlendirmiştim. Ciddiyeti yine sinirlerimi bozdu. "Enseye vurma hareketi yapsam, konsol kesin algılar" diye düşündüm.

Makinelerin Yükselişi ve Karanlık Ütopyalar

Yıl 2042. LG, kağıt inceliğinde ve duvara monte edilmezse katiyen dik duramayan televizyon üretti. Bazı serseri stillere sahip evlerde, Bob Marley posterlerinin hemen yanına bu televizyonu çift taraflı bantla yapıştıranlar var. (Evet, Bob Marley ve çift taraflı banta devam, çünkü karanlık ütopyalarda aralara retro öğeler serpmek gerekiyor) Bazı evlerde çocuklar, televizyonu "yırtmamaları" konusunda uyarılıyor. Böylesine ince televizyonlar öyle yaygınlaşıyor ki, nemli öğrenci evlerinde, çift taraflı bant zayıfladığında yere düşen televizyonlar var. Öğrencilere "üç harfliler" hakkında konuşacak malzeme verebilecek cinsten bir düşüş bu. Tedirgin şekilde uyanıyorlar ve bir süre uyuyamıyorlar. Zıplayan, artık 34 yaşında ve çevresinde çok ciddi bir insan olarak tanınıyor. Ama ara sıra ortamını bulduğunda arkadaşlarını bazı komik anılarla kırıp geçirmekten de geri kalmıyor. Bunlardan birisi de yıllar önce durduk yere ensesine vuran sarışın bir adam hakkında.

İyi bakın annem. Öperim.

19 Mayıs 2020 Salı

Sana Sevdanın Yolları, Bana Bereler

Yer: Mirkwood
Tarih: Tahminen 2007 Kışı
Konu: Başımın Püsküllü Belası

Adamın boyu çok uzundu, kadınınsa kısa. Birbirlerine sarılma şiddetleri, her seferinde tüm durağın ve etraftaki kalabalığın ilgi-alakasını çekecek kuvvetteydi. Sarılınca, beden sayısı teke düştüğü için ortada boy farkı kalmıyordu. Burada, "aşkın(!) böyle bariz farklılıkları yok edebilme yeteneği" gibi romantik bir hava yaratmak amacım yok. İlgimi çeken şey, adamın kadını değil, kadının kafasındaki tüylü ponponu öpmesiydi. Ve bu tuhaf temas ve yakınlığa olan hayretim, gittikçe artıyordu. Halihazırda Uzun Adam'ı, dayımların karşı bloğundaki evinin balkonundan bazı zamanlar çarşaf silkelemesiyle bilirdim. Her sitede mutlaka bulunan, "yalnız ve gizemli adam" kotası, Uzun Adam'a aitti. Ve yaklaşık iki buçuk aydır, sevdiceği ile birlikte farkında olmadan, "sabah şekerim" olmuşlardı bile.

Yakın temas kurmuş çiftlerin geçici bir IQ kaybı yaşaması sebebiyle, bu çifti daha yakından gözlemleme fırsatı bulmuştum. Yaptığım kısa araştırmalar sonucu, sonuçlar yaklaşık olarak şöyleydi: Kısa Kadın'ın kafası, Uzun Adam'ın beliyle göğsü arasındaki mont bölgesine bastırılırken, adamın dudakları uzamaya başlayarak, kadına ulaşabileceği en yakın nokta olan tüylü ponpona doğru eğiliyordu. Özellikle ponponu öpüş şekli, kadının herhangi bir uzvuna yapabileceğinden de şehvetli olabiliyordu. Ponpon öpme seanslarını, genellikle ponponu koklayarak (evet koklayarak) da devam ettiriyordu. Gelen otobüse binildi. Çiftimizin arkasındaki koltuklar boş olduğu için, oraya oturup, gözlemimi devam ettirme kararı almıştım. Kadın, kafasını adamın göğsüne dayadığı için, ortalıkta görünmüyordu. Uzun Adam'ın kafası da arabaların önüne yapıştırılan kafası oynak köpek oyuncakları gibi bedeninden bağımsız hareket ediyordu sanki. Boynu yükseliyor, uzuyor ve Kısa Kadın'ın tüylü ponponunu öptükten sonra tekrar yerine yerleşiyordu. Evet, aşıklar zor durumda olduklarını, aşık oldukları için farkedemezler.

Uzun Adam, kadının tüylü ponponunu öpmeye devam ederek, bu ilişkiyi nereye kadar götürebilirdi ki? Çünkü öpme seansları sırasında, bir kaç tüyü ağzından çıkardığını görür gibi olmuştum. Tüm bu delice düşünceler, beni zaman zaman yaşlı bir teyzeye çeviriyordu : "Bi' kere boyu boyuna denk değil, ı ıh, yürümez bu ilişki."

Sonraları, Uzun Adam ve Kısa Kadın'ı daha sıklıkla görür olmuştum. Havalar ısınmıştı ve Uzun Adam, artık tüylü ponponu değil, kadının saçlarını öpüyordu. Saç, leş gibi olmadığı sürece, aşk için kabul edilebilir bir uzantı sayılabilir. Fakat etkileşimin direkt Kısa Kadın ile yaşanmasından mıdır bilinmez, ilişki kalitesinde bir artış olmuş gibiydi. Havalar ısınmaya başladıkça, Kısa Kadın'ın, Uzun Adam'a sarılmasında bir çeşit gevşeme sezinledim. Yine sarılmalar, Kızılderili'ye kafasını koymalar (Kalın montun yerini, Kızılderili desenli tişört almıştı) yine vardı ama tüylü ponponu öpme zamanlarındaki samimiyet sanki yok olmuştu. Artık Uzun Adam'ın göğsüne kafasını koymaktan vazgeçtiği için de, kafasını daha rahat görebilir olmuştum. "Oğf, çok sıcak!" çıkışları, aşkın git gide azaldığı ilişkilerde, yakın temastan kaçınmanın en tercih edilen yollarından biridir. Artık bu ilişkinin sonlarına doğru geldiğimizi hissediyordum. İbre, git gide Kısa Kadın'a doğru dönüyordu...

Kısa Kadın ile birlikte bu ilişkinin yürümeyeceğini biliyorduk. Fakat bir cuma sabahı, Uzun Adam'ın yaptığı jest, benim için de sürpriz olmuştu. Uzun Adam, durağa tişörtü ile değil, uzun kollu gömleği ile gelmeyi tercih etmişti. Sarılma ve kafa öpme seansları sonrasında Uzun Adam, biraz gerileyip, gömleğinin düğmelerini çözmeye başlayınca, yitip gitmekte olan bu umutsuz aşka biraz daha kulak kabartmak zorunda kaldım. İki eliyle gömleğini çözdüğünde, alttan çıkan sürprizi, ben de Kısa Kadın kadar net görmüştüm: Uzun Adam, Kısa Kadın'ın fotoğrafını tişörtüne bastırmıştı. (Hemen meh deme sevgili okuyan, o zamanlar bu jest olayının boku çıkmamıştı ve tişört bastırmak, ciddili bir sürpriz sayılabilecek bir eylemdi) Kısa Kadın, biraz daha yüksekte duran kendisine baktı. Muhtemelen Uzun Adam'ın, bastırmak için seçtiği fotoğraftan rahatsız olsa da, bunu belli etmemeye çalışarak, "çok tatlısın!" diyerek, Uzun Adam'a sarıldı. O an sazımla önlerinden geçerek, "Aşk dediğin, insanın kendine sarılmasıdır a alimler!" diyesim geldiğini hatırlıyorum. Uzun Adam, yine sevgilisinin kafasını öptü. Ve uzun zamandır sarılmadıkları kadar uzun sarıldılar. Kızılderili'nin giderek eskimeye başladığı bu zaman diliminde, gömleğin altından çıkan bu sürpriz, hepimize iyi gelmişti. "Lan acaba ayrılmayacaklar herhalde" diye düşündüm. Kısa Kadın'ın da dudak şeklinde bir saç tokası takarak bu jeste karşılık vermesi durumunda, belki yepyeni bir heyecan yaşanabilirdi. Fakat, Kısa Kadın'ın yüzünü görebileceğim bir açıya geçince, en az Uzun Adam kadar saf olduğumu anladım. Kısa Kadın'ın yüzündeki ifade, tişörtteki ifadesine hiç mi hiç benzemiyordu. Kendisiyle yüzleşmiş kadınların o kararlı, sıkıntılı ve donuk ifadesi vardı yüzünde.

"Ders 101: Sürprizler, anlık şaşkınlıklardan ibarettir."

Kısa Kadın, ayrılmayı kafasına koymuştu. Uzun Adam'ın o kafaları öpmesi de boşunaydı. İlişkinin son demlerine vardığımızı bilmek, beni de biraz germişti. O an, Kısa Kadın'la göz göze geldik. Galiba hayal kırıklığımı hissetmişti.

O günden sonra, ortadan kayboldular. Yaklaşık bir hafta sonra, Uzun Adam durağa geldi. Yalnızdı. Suratı da asık gibiydi. Kızılderili tişörtü de üzerindeydi. Otobüste arkasında oturdum. Arkadan bakınca, tıpkı tüylü ponponlu günlerdeki gibiydi. Tek fark, Uzun Adam'ın boynu, artık eğilmiyordu. O an, "Sana Ben, Ponponlar, Bereler Büyüttüm" adlı bir şiir yazıp, gizlice Uzun Adam'ın cebine sıkıştırmak isteği bünyemde hasıl oldu. Sonra şiirin gereksiz bir efkar öğesi olduğu aklıma geldi. Otobüs, her zamanki istikametinde devam ediyordu....

14 Mayıs 2020 Perşembe

Şaşırtma Zanaatının İncelikleri

Yer: Wonderland
Tarih: 2004 Sonbaharı
Konu: Gördün Mü Bak, Bizden Ötesi De Varmış!

Bazı oyuncular yeni rolü için kilo alır, bazıları da verir. Christian Bale gibi bir film için kilo alıp, diğeri için veren oyunculara artık daha sık rastlanıyor. Türkiye'de bu işlem genellikle sakal bırakmak üzerinden yapılır. Eğer basına yakalanırlarsa, "Görenleri hayrete düşürdü!" başlığıyla clickbait haberlere konu olurlar. En son yanılmıyorsam, Adrien Brody, Piyanist filmi için hayvan gibi kilo verdiğinde ciddili hayrete düşmüştüm. Böyle kısa bir sürede, adamın elde ettiği ciddi fiziksel değişiklikleri gösteren fotoğrafları internette tekrar tekrar görünce, Los Angeles - Beverly Hills civarındaki şaşaalı bir hayattan sonra, adamın kaybeden rolüne bürünmek istemesinin "aynı anda her şey olma" hırsıyla ilgili olabileceği gibi efsanelerötesi bir sonuca varmıştım. (Okunduğunda "olabilir lan aslında" hissi veren yanlış saptamalar yapmak konusunda çok iyiyim...)

Bir ortama durduk yere "Sperman" tişörtüyle girmenin günümüzde pek sağlıklı bir şaşırtma yöntemi olduğunu söyleyemeyeceğim. Ya da sığ bir örnek vermek gerekirse, bir iskeleden sığ sulara kafalama atlayan kürdonun bu hareketi sayesinde akşam Danimarkalı bir turist kızla sevişme olasılığı gittikçe azalıyor. Giyim tarzı ya da fiziksel özelliklerle etrafımızı şaşırtmak artık pek de mümkün değil. Bize gereken, şaşırtma amacı yokmuş gibi gözüken, olayların feci şekilde spontane gelişmiş gibi göründüğü, "gizli şaşırtmalardır". Adrien Brody gibi bir deri bir kemik kalacak değiliz tabi ama biraz zeka parıltısıyla her şey mümkün. Önemli olan, etrafta daha iyi "şaşırtabilen" birinin olmamasıdır.

Dershane sınıfının ilk aylarında, kişilik özelliklerimiz henüz sorun çıkaracak düzeyde gelişmediğinden, kalabalık bir topluluk olarak dolaşıyorduk. Yeni tanışılmış arkadaşlardan oluşan büyük gruplarda, insanın kendi hayatıyla ilgili ipuçları vermesinin en güzel yollarından biri de şaşırmaktır. Bizler de sürekli şaşırarak farklı özelliklerimizi birbirimize tanıtmaya çalışıyorduk. Mesela sekiz kişi yolda yürürken bir yavru kedi görürsek, aramızdan en az dört kişi, "Aaaaa!" diyerek şaşırıyor ve derhal gidip hayvanla temas kuruyordu. Ya da bir mekanda otururken çalmaya başlayan şarkıyla birlikte içimizden biri, "Aaaaa!" diyerek eliyle yukarıyı (hoparlör) gösteriyor ve "Bakın bu şarkıyı bilir ve accayip severim" anlamında neşeleniyordu. Tüm bu şaşırarak var olma hikayeleri içinde, benim toplu halde girilen bir kitapçıda raflara bakarken, "Aaaaa Yaşar Kemal!" diyerek, İnce Memed'i elime almam, belki de en reziliydi. (Kitapçıda bir kitabı görünce, sanki yazarın kendisini görmüş gibi şaşırmak, neresinden baksanız dünyadaki en samimiyetsiz şaşırmalardan biridir.) Sonuç olarak, hepimiz şaşırmak için sırasıyla debelenir bir haldeydik. Benim grup içinde hoşlandığım bir kız olduğu için sıklıkla ekstradan şaşırmam gerekebiliyordu. Hoşlandığım kızla sevgililik konumuna gelebilmek için mecburen kitapların dışında bir de yavru kedilere de şaşırmaya ve onları sevmeye de ayrıca özen gösteriyordum. Gelin görün ki kitap, kedi, kuşlar ve böcekler, vb gibi küçük ölçekli şaşırmalar, potansiyel bir aşkı başlatacak kuvvette değildi. İnsan şaşırttı mı Adrien Brody gibi büyük prodüksiyonla şaşırtmalı sevgili okuyan. Yoksa kitap okunur biter, kedi miyavlar gider, kuşlar uçar ve hayat akıp geçer.

Gruptaki Manisalı bir arkadaşımızın önerisiyle geldiğimiz bu canlı müzikli mekanın, yeni bir başlangıcı filizlendirebilecek bir yer olduğunu düşünüyordum. Müstakbel, gerçekten de güzel kızdı. Bizimki gibi yeni arkadaş olmuş geniş gruplarda, kimin kiminle sevgili olacağını kestiremezsiniz. Bir mekanda yaşanan anlık öpüşmeler, bir sabah ansızın dershaneye el ele gelmeler gibi şaşırtıcı temaslar, böyle türdeki grupların şanındandır. O akşamın gidişatına göre, Müstakbel'in aniden başlayabilecek muhtemel ilişkisi için en kuvvetli aday bendim. En önemli rakibim Manisalı gibi duruyordu ama onun gerek kedi şaşırmalarındaki yetersizliği, gerekse Bukowski'yle sınırlı kalmış kültürel düzeyi, ibreyi bana doğru çevirir gibiydi. (Müstakbel ve onun gibiler için tam tersinin etkileyici olduğunu anlamam, uzun bir süremi aldı) Sahnedeki grubu izlerken, Müstakbel'in diğer yanını mesken tutması beni kaygılandırmamıştı (Niyeyse?). Zaten bir süre sonra da ortalıktan kaybolmuştu.

Manisalı'nın gidişiyle, Müstakbel'in kahkahalarla eşlik ettiği bir muhabbet patlatmayı başarmıştım. Mekandaki desibelin artışı, kulak-dudak mesafesini azalttığından, kaçamak konuşur gibi birbirimize eğilerek konuşuyorduk. Sonuçta, baya bir eğleniyorduk. Sahnedeki grup yeni bir şarkıya başladığında Müstakbel, "Aaaaa!" dedi. Sahneye bakıyordu. Ben de baktım ve aynı tepkiyi vermek zorunda kaldım. Sahnedeki grubun vokalisti değişmişti. Manisalı, iki eliyle kavradığı mikrofonla nefis bir şarkı söylüyordu. Diziyle havaya attığı tekmenin ardından harika bir gitar solosu başladı. Sonra tüm grubu sahneye yakın bir yere çağırdı ve yavaş yavaş sahnenin yan kısmına doğru ilerlemeye başladık. İkinci sınıf bir Amerikan gençlik filminin finalden hemen önceki sahnesini yaşıyor gibiydik. Müstakbel'e baktım. Arkadaş grubunun diğer kızlarıyla birlikte şaşkınlığı yavaş yavaş hayranlığa dönüşüyordu. Tekrar Manisalı'ya baktım. Gitar solosunun bitiminde yavru köpek bakışıyla tekrar mikrofona yapışmıştı. Bir insan, devlet kütüphanelerindeki tüm kitaplara en az birer saat de şaşırsa ya da feministler gibi evini tamamen kediyle de doldursa, yine bu kadar ışıltılı bir performansa ulaşamaz, ey sevgili okuyan. İki şarkı daha söyleyip, mikrofonu grubun asıl vokalistine teslim ettikten sonra, "Eski arkadaşlar, arasıra takılıyoruz işte..." gibi cümlelerle oluşturduğu görkemi, kendi hayatının rutiniymiş gibi anlattı. O ana kadar, böyle spontane gelişiyormuş hissi veren sağlam bir şaşırtmaya denk gelmemiştim. Manisalı, bu akşam için "gizli şaşırtma" kavramının tüm ilmini seferber etmişti adeta. Yanımızdan sıradan biri gibi ayrılmış, fakat daha sonra canlı performansıyla, düşük bütçeli bir Freddie Mercury olarak geri dönmüştü. Müstakbel, "Seni sahnede görünce çok şaşırdım" dedi. İkinci sınıf Amerikan filmlerinden bildiğim kadarıyla bu şaşkınlık, sıradan finalin yaklaştığını haber veriyordu. Ertesi gün dershaneye el ele geldiklerinde niyeyse şaşırmayacaktım.

Yeni bir işyeri ve malum pandemi sebebiyle Mart ve Nisan ayı postlarını atlamış bulunmaktayım sevgili okuyan. Evde kalıyosunuz, iyi bakıyosunuz. Götü kollayın annem. Öperim.

Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...