29 Mayıs 2020 Cuma

Makinelerin Sinsi Yükselişi: Rihanna Edition

Yer: Caras Galadhon
Tarih: Temmuz 2016
Konu: Atanamamış John Connor

Havayı yakalamaya çalışan bir çocuk gördüm. Baya uzağımdaydı. Yaklaştım. Yaklaşırken yakalamanın dışında ara sıra zıpladığını ve üzerine bir şey fırlatılıyormuş gibi sağa sola eğildiğini farkettim. Yanına vardığımda, dev bir plazma tv'ye baktığını gördüm. Ekranda bilmediğim bir oyun var. Fakat çocuğun elinde joystick falan yoktu. O an, bu garip canlının, insan hareketlerini algılayabilen bir oyun konsolunun (Xbox 360 Kinect) kurbanı olduğunu anladım. Halihazırda bildiği bir şeye tekrar şaşıran insan, teknolojiden daha hızlı yaşlanıyor demektir. Daha önceleri futbol oyunlarında, attığı golden sonra gaza gelip ayağa kalkan ve üçlü çektiren ya da dövüş oyunlarında hasmına bir fiske bile atamayıp, "ya amnıskerim" diyerek joystick'i fırlatıp giden nice insan görmüşlüğüm var. Ama hava yakalamaya çalışanını ilk kez görmüştüm. Başlarda izlemesi eğlenceli olsa da, bir süre sonra havayı yakalarken takındığı aşırı ciddi yüz ifadesi sinirlerimi bozmaya başladı. Eğlenmekten çok eziyet çekiyor gibi bir hali vardı. Havayı yakalayarak, ilk bölümü geçmeyi başardı. Sonraki bölüme geçerken el ve ayaklarını profesyonel bir oyuncu gibi sallayarak bir takım ısınma hareketleri yaptı. Sonra gözlerini kapatıp bir süre hareketsiz kaldı. "Yürü be!" dedim içimden. Sonra gözlerini açtı ve derin bir nefes aldı. O an, ensesine vurup, "Napıyon sen lan?!" demek isteği geldi. Tekrar zıplamaya başlamadan ortamı terkettim.

Teknolojinin nimetleri karşısındaki abartı ciddileşme meselesine, ilk defa 90'lı yıllarda, kafe ve çay bahçesi gibi ortamlarda ısrarla dizüstü bilgisayar (ilk taşınabilir Macbook'lar) kullanan şanslı bir kaç azınlık sayesinde şahit olmuştum. Bir mekanda bilgisayar açan insanlara bakarken, yakalanma riskiniz (feci şekilde kasıldıkları için) çok azdır. Mekandaki diğer insanlar, çaylarını-kahvelerini yudumlayıp, güzel bir takım sohbetlere nail olurken, adeta Wikileaks belgeleri sızdırır gibi aşırı bir ciddiyetle ekrana bakan bu insanların, aslında Facebook'daki aşırı milliyetçi bir takım gruplarda Türklük övdüğüne sıklıkla şahit oldum.

Çok da dev olmayan bir teknoloji mağazası burası. Mağazadaki herkes, ortamdaki teknolojiyi kısık gözler ve müthiş bir ciddiyet ile inceliyor. Uzaktan görebildiğim kadarıyla, Zıplayan'ın zıplama sıklığı, ilerleyen seviyeler ile birlikte arttı. En güzeli, yakın gözlüklerini çıkarıp, 3D gözlüğü takan emekli bir dayının şokla karışık yaşadığı sevinçti sanırım. Onlarca insanın bulunduğu reyona yaklaştım. Televziyonların hepsinde Rihanna vardı. Herkes, büyük bir ciddiyetle en net Rihanna'yı arıyordu (Meme çatalı çözünürlüğü). Meme çatalıyla teknoloji arasında akılları karışan bu ciddi adamları görebilmek için biraz daha yaklaştım. Rihanna çatalı, plazma ve LCD'lerin küçük illüzyonlarıyla daha da gıcıklayıcı hale gelerek, özellikle genç bünyeleri ekran başına sabitlemişti. Belki de en kaliteli haliyle henüz Bülent Ersoy'u o ekranda izlemediklerinden midir bilinmez, gördüklerinden çok etkilenmişlerdi. Tahminimce gerçek alıcı gibi bir halleri yoktu; muhtemelen çatala ve esmer tendeki ıslaklığın oluşturduğu o parlaklığa bir göz atıp çıkacaklardı. Gerçek alıcılarsa, sadece Rihanna'ya bağımlı kalmıyor, mağaza görevlilerini kovalıyorlardı. Mağaza görevlileri de az maaşa rağmen, bilirkişi olmanın direnciyle, müşterilerin kontrast, çözünürlük ve inç hakkındaki sorularını çok tematiğe girmeden cevaplıyorlardı. O sırada önümden, işaret ve başparmağının arasında incecik bir boşluk tutan biri geçti. Yürürken, tuttuğu boşluğun ölçüsünü kaybetmemek için parmaklarına bakıyordu. Rihanna'yı seyreden arkadaşının yanına gidip parmaklarını göstererek, "Aha bu kadar incelikte televizyon var la" dedi. "Hangisi?" diye sordu arkadaşı. Birlikte, orada duran televizyonların yanına gittiler. Zıplayan'dan sonra, teknolojinin insanı boşlukta oynattığı ikinci vaka buydu. Takip ettim. Plazmanın ekranına değil, yanına bakıyorlardı. Gerçekten incecik (kağıt gibi) bir televizyondu.

Rihanna'ların önünden geçerek, "Bunu alan, bunu da aldı" diyerek yerleştirilmiş Home Theatre'ların olduğu bölüme geldim. O da ne, yeni alınan plazmanın hakkını verebilmek ve daha iyi Netflix izleyebilmek için 5+1 ses sistemlerine bakan bir çift. Kadın, sanal mağazalarda "ürün karşılaştır" butonunu pörsütmüş, teknik ağırlıklı kocasının, mağaza görevlisine sorduğu tematik sorulardan sıkılmış görünüyordu. Sorular ve analizler bitmek bilmedi; teknik koca, 5+1 sistemle bütünleşmiş, 5+2 olmuştu. Karısı ise tahminen, uzun ayaklı iki ses elemanını salonda nereye koyacağını düşünmekle meşguldü.

3D gözlüklü dayı ortada yok. Ortam, artık biz gerçek teknoloji sevdalılarına kalmış gibi görünüyor. Zıplayan, hala oynuyor. Tek izleyicisi olarak yanına gittim. Havayı yakalama, zıplama ve eğilme hareketlerine bir de beni kontrol eden, "yangöz atma" hareketi eklenmişti. Önüne gelen engeli aşmak için zıplamakta gecikince, dönüp, "Al bak, gördün mü yaptığını?" der gibi kısa bir an bana baktı. Zıplayan'ı haklı olarak sinirlendirmiştim. Ciddiyeti yine sinirlerimi bozdu. "Enseye vurma hareketi yapsam, konsol kesin algılar" diye düşündüm.

Makinelerin Yükselişi ve Karanlık Ütopyalar

Yıl 2042. LG, kağıt inceliğinde ve duvara monte edilmezse katiyen dik duramayan televizyon üretti. Bazı serseri stillere sahip evlerde, Bob Marley posterlerinin hemen yanına bu televizyonu çift taraflı bantla yapıştıranlar var. (Evet, Bob Marley ve çift taraflı banta devam, çünkü karanlık ütopyalarda aralara retro öğeler serpmek gerekiyor) Bazı evlerde çocuklar, televizyonu "yırtmamaları" konusunda uyarılıyor. Böylesine ince televizyonlar öyle yaygınlaşıyor ki, nemli öğrenci evlerinde, çift taraflı bant zayıfladığında yere düşen televizyonlar var. Öğrencilere "üç harfliler" hakkında konuşacak malzeme verebilecek cinsten bir düşüş bu. Tedirgin şekilde uyanıyorlar ve bir süre uyuyamıyorlar. Zıplayan, artık 34 yaşında ve çevresinde çok ciddi bir insan olarak tanınıyor. Ama ara sıra ortamını bulduğunda arkadaşlarını bazı komik anılarla kırıp geçirmekten de geri kalmıyor. Bunlardan birisi de yıllar önce durduk yere ensesine vuran sarışın bir adam hakkında.

İyi bakın annem. Öperim.

19 Mayıs 2020 Salı

Sana Sevdanın Yolları, Bana Bereler

Yer: Mirkwood
Tarih: Tahminen 2007 Kışı
Konu: Başımın Püsküllü Belası

Adamın boyu çok uzundu, kadınınsa kısa. Birbirlerine sarılma şiddetleri, her seferinde tüm durağın ve etraftaki kalabalığın ilgi-alakasını çekecek kuvvetteydi. Sarılınca, beden sayısı teke düştüğü için ortada boy farkı kalmıyordu. Burada, "aşkın(!) böyle bariz farklılıkları yok edebilme yeteneği" gibi romantik bir hava yaratmak amacım yok. İlgimi çeken şey, adamın kadını değil, kadının kafasındaki tüylü ponponu öpmesiydi. Ve bu tuhaf temas ve yakınlığa olan hayretim, gittikçe artıyordu. Halihazırda Uzun Adam'ı, dayımların karşı bloğundaki evinin balkonundan bazı zamanlar çarşaf silkelemesiyle bilirdim. Her sitede mutlaka bulunan, "yalnız ve gizemli adam" kotası, Uzun Adam'a aitti. Ve yaklaşık iki buçuk aydır, sevdiceği ile birlikte farkında olmadan, "sabah şekerim" olmuşlardı bile.

Yakın temas kurmuş çiftlerin geçici bir IQ kaybı yaşaması sebebiyle, bu çifti daha yakından gözlemleme fırsatı bulmuştum. Yaptığım kısa araştırmalar sonucu, sonuçlar yaklaşık olarak şöyleydi: Kısa Kadın'ın kafası, Uzun Adam'ın beliyle göğsü arasındaki mont bölgesine bastırılırken, adamın dudakları uzamaya başlayarak, kadına ulaşabileceği en yakın nokta olan tüylü ponpona doğru eğiliyordu. Özellikle ponponu öpüş şekli, kadının herhangi bir uzvuna yapabileceğinden de şehvetli olabiliyordu. Ponpon öpme seanslarını, genellikle ponponu koklayarak (evet koklayarak) da devam ettiriyordu. Gelen otobüse binildi. Çiftimizin arkasındaki koltuklar boş olduğu için, oraya oturup, gözlemimi devam ettirme kararı almıştım. Kadın, kafasını adamın göğsüne dayadığı için, ortalıkta görünmüyordu. Uzun Adam'ın kafası da arabaların önüne yapıştırılan kafası oynak köpek oyuncakları gibi bedeninden bağımsız hareket ediyordu sanki. Boynu yükseliyor, uzuyor ve Kısa Kadın'ın tüylü ponponunu öptükten sonra tekrar yerine yerleşiyordu. Evet, aşıklar zor durumda olduklarını, aşık oldukları için farkedemezler.

Uzun Adam, kadının tüylü ponponunu öpmeye devam ederek, bu ilişkiyi nereye kadar götürebilirdi ki? Çünkü öpme seansları sırasında, bir kaç tüyü ağzından çıkardığını görür gibi olmuştum. Tüm bu delice düşünceler, beni zaman zaman yaşlı bir teyzeye çeviriyordu : "Bi' kere boyu boyuna denk değil, ı ıh, yürümez bu ilişki."

Sonraları, Uzun Adam ve Kısa Kadın'ı daha sıklıkla görür olmuştum. Havalar ısınmıştı ve Uzun Adam, artık tüylü ponponu değil, kadının saçlarını öpüyordu. Saç, leş gibi olmadığı sürece, aşk için kabul edilebilir bir uzantı sayılabilir. Fakat etkileşimin direkt Kısa Kadın ile yaşanmasından mıdır bilinmez, ilişki kalitesinde bir artış olmuş gibiydi. Havalar ısınmaya başladıkça, Kısa Kadın'ın, Uzun Adam'a sarılmasında bir çeşit gevşeme sezinledim. Yine sarılmalar, Kızılderili'ye kafasını koymalar (Kalın montun yerini, Kızılderili desenli tişört almıştı) yine vardı ama tüylü ponponu öpme zamanlarındaki samimiyet sanki yok olmuştu. Artık Uzun Adam'ın göğsüne kafasını koymaktan vazgeçtiği için de, kafasını daha rahat görebilir olmuştum. "Oğf, çok sıcak!" çıkışları, aşkın git gide azaldığı ilişkilerde, yakın temastan kaçınmanın en tercih edilen yollarından biridir. Artık bu ilişkinin sonlarına doğru geldiğimizi hissediyordum. İbre, git gide Kısa Kadın'a doğru dönüyordu...

Kısa Kadın ile birlikte bu ilişkinin yürümeyeceğini biliyorduk. Fakat bir cuma sabahı, Uzun Adam'ın yaptığı jest, benim için de sürpriz olmuştu. Uzun Adam, durağa tişörtü ile değil, uzun kollu gömleği ile gelmeyi tercih etmişti. Sarılma ve kafa öpme seansları sonrasında Uzun Adam, biraz gerileyip, gömleğinin düğmelerini çözmeye başlayınca, yitip gitmekte olan bu umutsuz aşka biraz daha kulak kabartmak zorunda kaldım. İki eliyle gömleğini çözdüğünde, alttan çıkan sürprizi, ben de Kısa Kadın kadar net görmüştüm: Uzun Adam, Kısa Kadın'ın fotoğrafını tişörtüne bastırmıştı. (Hemen meh deme sevgili okuyan, o zamanlar bu jest olayının boku çıkmamıştı ve tişört bastırmak, ciddili bir sürpriz sayılabilecek bir eylemdi) Kısa Kadın, biraz daha yüksekte duran kendisine baktı. Muhtemelen Uzun Adam'ın, bastırmak için seçtiği fotoğraftan rahatsız olsa da, bunu belli etmemeye çalışarak, "çok tatlısın!" diyerek, Uzun Adam'a sarıldı. O an sazımla önlerinden geçerek, "Aşk dediğin, insanın kendine sarılmasıdır a alimler!" diyesim geldiğini hatırlıyorum. Uzun Adam, yine sevgilisinin kafasını öptü. Ve uzun zamandır sarılmadıkları kadar uzun sarıldılar. Kızılderili'nin giderek eskimeye başladığı bu zaman diliminde, gömleğin altından çıkan bu sürpriz, hepimize iyi gelmişti. "Lan acaba ayrılmayacaklar herhalde" diye düşündüm. Kısa Kadın'ın da dudak şeklinde bir saç tokası takarak bu jeste karşılık vermesi durumunda, belki yepyeni bir heyecan yaşanabilirdi. Fakat, Kısa Kadın'ın yüzünü görebileceğim bir açıya geçince, en az Uzun Adam kadar saf olduğumu anladım. Kısa Kadın'ın yüzündeki ifade, tişörtteki ifadesine hiç mi hiç benzemiyordu. Kendisiyle yüzleşmiş kadınların o kararlı, sıkıntılı ve donuk ifadesi vardı yüzünde.

"Ders 101: Sürprizler, anlık şaşkınlıklardan ibarettir."

Kısa Kadın, ayrılmayı kafasına koymuştu. Uzun Adam'ın o kafaları öpmesi de boşunaydı. İlişkinin son demlerine vardığımızı bilmek, beni de biraz germişti. O an, Kısa Kadın'la göz göze geldik. Galiba hayal kırıklığımı hissetmişti.

O günden sonra, ortadan kayboldular. Yaklaşık bir hafta sonra, Uzun Adam durağa geldi. Yalnızdı. Suratı da asık gibiydi. Kızılderili tişörtü de üzerindeydi. Otobüste arkasında oturdum. Arkadan bakınca, tıpkı tüylü ponponlu günlerdeki gibiydi. Tek fark, Uzun Adam'ın boynu, artık eğilmiyordu. O an, "Sana Ben, Ponponlar, Bereler Büyüttüm" adlı bir şiir yazıp, gizlice Uzun Adam'ın cebine sıkıştırmak isteği bünyemde hasıl oldu. Sonra şiirin gereksiz bir efkar öğesi olduğu aklıma geldi. Otobüs, her zamanki istikametinde devam ediyordu....

14 Mayıs 2020 Perşembe

Şaşırtma Zanaatının İncelikleri

Yer: Wonderland
Tarih: 2004 Sonbaharı
Konu: Gördün Mü Bak, Bizden Ötesi De Varmış!

Bazı oyuncular yeni rolü için kilo alır, bazıları da verir. Christian Bale gibi bir film için kilo alıp, diğeri için veren oyunculara artık daha sık rastlanıyor. Türkiye'de bu işlem genellikle sakal bırakmak üzerinden yapılır. Eğer basına yakalanırlarsa, "Görenleri hayrete düşürdü!" başlığıyla clickbait haberlere konu olurlar. En son yanılmıyorsam, Adrien Brody, Piyanist filmi için hayvan gibi kilo verdiğinde ciddili hayrete düşmüştüm. Böyle kısa bir sürede, adamın elde ettiği ciddi fiziksel değişiklikleri gösteren fotoğrafları internette tekrar tekrar görünce, Los Angeles - Beverly Hills civarındaki şaşaalı bir hayattan sonra, adamın kaybeden rolüne bürünmek istemesinin "aynı anda her şey olma" hırsıyla ilgili olabileceği gibi efsanelerötesi bir sonuca varmıştım. (Okunduğunda "olabilir lan aslında" hissi veren yanlış saptamalar yapmak konusunda çok iyiyim...)

Bir ortama durduk yere "Sperman" tişörtüyle girmenin günümüzde pek sağlıklı bir şaşırtma yöntemi olduğunu söyleyemeyeceğim. Ya da sığ bir örnek vermek gerekirse, bir iskeleden sığ sulara kafalama atlayan kürdonun bu hareketi sayesinde akşam Danimarkalı bir turist kızla sevişme olasılığı gittikçe azalıyor. Giyim tarzı ya da fiziksel özelliklerle etrafımızı şaşırtmak artık pek de mümkün değil. Bize gereken, şaşırtma amacı yokmuş gibi gözüken, olayların feci şekilde spontane gelişmiş gibi göründüğü, "gizli şaşırtmalardır". Adrien Brody gibi bir deri bir kemik kalacak değiliz tabi ama biraz zeka parıltısıyla her şey mümkün. Önemli olan, etrafta daha iyi "şaşırtabilen" birinin olmamasıdır.

Dershane sınıfının ilk aylarında, kişilik özelliklerimiz henüz sorun çıkaracak düzeyde gelişmediğinden, kalabalık bir topluluk olarak dolaşıyorduk. Yeni tanışılmış arkadaşlardan oluşan büyük gruplarda, insanın kendi hayatıyla ilgili ipuçları vermesinin en güzel yollarından biri de şaşırmaktır. Bizler de sürekli şaşırarak farklı özelliklerimizi birbirimize tanıtmaya çalışıyorduk. Mesela sekiz kişi yolda yürürken bir yavru kedi görürsek, aramızdan en az dört kişi, "Aaaaa!" diyerek şaşırıyor ve derhal gidip hayvanla temas kuruyordu. Ya da bir mekanda otururken çalmaya başlayan şarkıyla birlikte içimizden biri, "Aaaaa!" diyerek eliyle yukarıyı (hoparlör) gösteriyor ve "Bakın bu şarkıyı bilir ve accayip severim" anlamında neşeleniyordu. Tüm bu şaşırarak var olma hikayeleri içinde, benim toplu halde girilen bir kitapçıda raflara bakarken, "Aaaaa Yaşar Kemal!" diyerek, İnce Memed'i elime almam, belki de en reziliydi. (Kitapçıda bir kitabı görünce, sanki yazarın kendisini görmüş gibi şaşırmak, neresinden baksanız dünyadaki en samimiyetsiz şaşırmalardan biridir.) Sonuç olarak, hepimiz şaşırmak için sırasıyla debelenir bir haldeydik. Benim grup içinde hoşlandığım bir kız olduğu için sıklıkla ekstradan şaşırmam gerekebiliyordu. Hoşlandığım kızla sevgililik konumuna gelebilmek için mecburen kitapların dışında bir de yavru kedilere de şaşırmaya ve onları sevmeye de ayrıca özen gösteriyordum. Gelin görün ki kitap, kedi, kuşlar ve böcekler, vb gibi küçük ölçekli şaşırmalar, potansiyel bir aşkı başlatacak kuvvette değildi. İnsan şaşırttı mı Adrien Brody gibi büyük prodüksiyonla şaşırtmalı sevgili okuyan. Yoksa kitap okunur biter, kedi miyavlar gider, kuşlar uçar ve hayat akıp geçer.

Gruptaki Manisalı bir arkadaşımızın önerisiyle geldiğimiz bu canlı müzikli mekanın, yeni bir başlangıcı filizlendirebilecek bir yer olduğunu düşünüyordum. Müstakbel, gerçekten de güzel kızdı. Bizimki gibi yeni arkadaş olmuş geniş gruplarda, kimin kiminle sevgili olacağını kestiremezsiniz. Bir mekanda yaşanan anlık öpüşmeler, bir sabah ansızın dershaneye el ele gelmeler gibi şaşırtıcı temaslar, böyle türdeki grupların şanındandır. O akşamın gidişatına göre, Müstakbel'in aniden başlayabilecek muhtemel ilişkisi için en kuvvetli aday bendim. En önemli rakibim Manisalı gibi duruyordu ama onun gerek kedi şaşırmalarındaki yetersizliği, gerekse Bukowski'yle sınırlı kalmış kültürel düzeyi, ibreyi bana doğru çevirir gibiydi. (Müstakbel ve onun gibiler için tam tersinin etkileyici olduğunu anlamam, uzun bir süremi aldı) Sahnedeki grubu izlerken, Müstakbel'in diğer yanını mesken tutması beni kaygılandırmamıştı (Niyeyse?). Zaten bir süre sonra da ortalıktan kaybolmuştu.

Manisalı'nın gidişiyle, Müstakbel'in kahkahalarla eşlik ettiği bir muhabbet patlatmayı başarmıştım. Mekandaki desibelin artışı, kulak-dudak mesafesini azalttığından, kaçamak konuşur gibi birbirimize eğilerek konuşuyorduk. Sonuçta, baya bir eğleniyorduk. Sahnedeki grup yeni bir şarkıya başladığında Müstakbel, "Aaaaa!" dedi. Sahneye bakıyordu. Ben de baktım ve aynı tepkiyi vermek zorunda kaldım. Sahnedeki grubun vokalisti değişmişti. Manisalı, iki eliyle kavradığı mikrofonla nefis bir şarkı söylüyordu. Diziyle havaya attığı tekmenin ardından harika bir gitar solosu başladı. Sonra tüm grubu sahneye yakın bir yere çağırdı ve yavaş yavaş sahnenin yan kısmına doğru ilerlemeye başladık. İkinci sınıf bir Amerikan gençlik filminin finalden hemen önceki sahnesini yaşıyor gibiydik. Müstakbel'e baktım. Arkadaş grubunun diğer kızlarıyla birlikte şaşkınlığı yavaş yavaş hayranlığa dönüşüyordu. Tekrar Manisalı'ya baktım. Gitar solosunun bitiminde yavru köpek bakışıyla tekrar mikrofona yapışmıştı. Bir insan, devlet kütüphanelerindeki tüm kitaplara en az birer saat de şaşırsa ya da feministler gibi evini tamamen kediyle de doldursa, yine bu kadar ışıltılı bir performansa ulaşamaz, ey sevgili okuyan. İki şarkı daha söyleyip, mikrofonu grubun asıl vokalistine teslim ettikten sonra, "Eski arkadaşlar, arasıra takılıyoruz işte..." gibi cümlelerle oluşturduğu görkemi, kendi hayatının rutiniymiş gibi anlattı. O ana kadar, böyle spontane gelişiyormuş hissi veren sağlam bir şaşırtmaya denk gelmemiştim. Manisalı, bu akşam için "gizli şaşırtma" kavramının tüm ilmini seferber etmişti adeta. Yanımızdan sıradan biri gibi ayrılmış, fakat daha sonra canlı performansıyla, düşük bütçeli bir Freddie Mercury olarak geri dönmüştü. Müstakbel, "Seni sahnede görünce çok şaşırdım" dedi. İkinci sınıf Amerikan filmlerinden bildiğim kadarıyla bu şaşkınlık, sıradan finalin yaklaştığını haber veriyordu. Ertesi gün dershaneye el ele geldiklerinde niyeyse şaşırmayacaktım.

Yeni bir işyeri ve malum pandemi sebebiyle Mart ve Nisan ayı postlarını atlamış bulunmaktayım sevgili okuyan. Evde kalıyosunuz, iyi bakıyosunuz. Götü kollayın annem. Öperim.

Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...