21 Mayıs 2015 Perşembe

En Büyük Asker Bizim Asker!!!! (1)

Yer: İstanbul - Pendik
Tarih: 01 Kasım 2014
Konu: Son Saçmalık

                      


Chapter 1: Son Saçmalık




 Sahilde koşturup duran ufaklık, çevredeki herkesin bakışlarını üzerinde toplamıştı. Düşmesine çok az bir zaman kala, tüm insanları böylesine geren bu durum, ufaklığın annesini zerre kadar rahatsız etmiyordu. "Berkeeee, yavaş tatlım!" (Tatlım. Bu hitap, postmodern ailelerin çocuklarına sıklıkla kullandığı bir kelime.) Berke, bu uyarıya kulak asmayarak, koşmaya devam etti, ve beklenen an geldi. Berke, iyi başladığı maratonun sonunu kötü bitirmişti: Kaldırıma takıldı, ve yüzüstü yere düştü. Çevredeki gerilim, bir anda rahatlığa bırakıverdi. Annesi, önümden hızlıca koşar adım giderek, Berke'yi kaldırdı. Berke'nin yüzü buruşsa da, ağlamadı. O an, Berke'nin yaklaşık 20 sene sonra bu koşma eyleminden tiksineceği günleri hayal ettim. Çünkü benim de "koşma" zamanım gelmişti; askere teslim olacaktım.
                       
                       Sorunlu ve sıkıntılı geçen bir üniversite hayatı, (okulu uzatmak) sizi hayata biraz geç atsa da, arkanıza baktığınızda pişmanlık duymazsınız. Bu, her zaman böyle olagelmiştir. Lakin, toplum, bu gençlik(!) sanrılarını bitirip, artık yavaş yavaş "askerliği yap, bi dişi bul, çoğal, akşamları Acun Ilıcalı izle" düzenine geçmemi istiyordu. Herkes gibi zorunlu olan, ve "aradan çıkması" gereken bu (belki de son) saçmalıkla yüzleşmek için kendimi hazır hissetmiş, askerlik şubesine giderek tecilimi bozdurmuştum. Artık, hazır olsa da, olmasa da, gidip teslim olmam gerekiyordu; tüm ailem, ve akrabalarımda oluşan Vietnam sendromu, tavan noktasındaydı. Kendimi askerlik psikolojisine biraz fazla kaptırdığımdan olsa gerek, acemilik yerimi pek de kafama takmıyordum. Ama içimi kaplayan o bilinmezlik hissi ve tedirginlik, az da olsa rahatsız ediyordu. Tüm bu heyecanlı bekleyiş, akşamüstü uyanıp telefonumdan acemilik yerime bakmamla sona erdi: Evde sevinçli bir ses tonu hakimdi: Acemiliğimi İstanbul / Maltepe'de yapacaktım. En başta babam ve annem, dayımların İstanbul / Pendik'te ikamet ediyor olmasından ötürü oldukça sevinmişlerdi (oh demişlerdi). Beni sevindiren, ve şaşırtan şeyse, kütük yerimin Wonderland olup da, nasıl İstanbul'a düştüğümdü. Telefonlar edildi, akrabalara haber verildi. (Çok yakın akrabalara Güneydoğu Bölgesi yalanı atılarak bilfiil hepsi "işletildi") Yine burada bahsedilen akrabalar gezildi, elleri öpüldü (harçlık alındı). Artık, birliğime dayımların evinden gidecektim. Berke'nin düşüşünden sonra, gitmeden son bir kez sarhoş olabilmek için, yakındaki bir bardaydım artık. Sarhoş kafayla çıktım, ve dayımların evine yaklaşık 00:45 dolaylarında vardım. Herşey harikaydı: Midemi bozmuştum. Bunun sonucu olarak, ertesi sabaha oldukça kötü bir şekilde uyanmıştım. Herkes bendeki bu mide ağrısının psikolojik (ben hariç herkes hemfikirdi) olduğuna kanaat getirmişti. Lakin böyle değildi. O bu şekil içerdi, ben bu şekil içerdim, kimse kimseye karışamazdı, neyse. Saat ilerliyordu; vakit gelmişti: Artık veda etmem gerekiyordu. Tüm ailem, ve akrabalarımla vedalaşırken, annemin kendini ağlamak için zorladığına şahit oldum o an. (böyle tuhaf huyları vardır) Ama giderken arkamdaki insanların yüzünün gülüyor olması (acaba beni motive amaçlı mıydı? kesinlikle.) benim için yeterliydi. Artık Küçükyalı yoluna çıkmıştık. Babam ve dayım, bu önemli günde beni birliğime teslim edeceklerdi. E-5 yolu üzerinde, sağ tarafa doğru çıkan bir bayırın önüne gelmiştik. Tabeladaki eşşek kadar yazılarla yazan birlik adını görünce, kendimi rahatlatmaya çalıştım. Bayırı çıktıkça karşıdan harika bir Adalar manzarası görünüyordu. Yolun üzerindeki küçük bir tezgah, arabadaki herkesin dikkatini çekti bir an. Göbekli bi abi, atılarak arabayı durdurdu. Bilindik cam silicilerinden ya da selpak satıcılarından değildi bu abi; hatta belki de bu işle uğraşmıyordu bile. Eğilerek, "kardeşim askersin galiba, bak telefon kartıdır, içerde zor bulursun, blablabla" tarzında ve ısrarcı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. O anki psikolojimle, çabasını takdir ederek ondan bir telefon kartı aldım, ve cebime attım. Havaların henüz soğumamış olması, moralimi birazcık düzeltmişti ki, tepedeki mezarlığı (Küçükyalı Mezarlığı) gördüğümde, "Aman ne güzel" deyiverdim. Beni duymadılar. 

                       Nizamiye kapısının önünde, dayım arabayı durdurdu, ve aşağı indik. Benim gibi teslim olacak olan tüm askerler de ordaydı; kimisi ailesiyle, kimisi de tek gelmişti. Bazısı fazla rahattı, önemli kısmı da oldukça (hem de oldukça) huzursuz ve tedirgindi. Babamla dayım oradaki bir binbaşı (evet, binbaşı) ile koyu bir sohbete başlayıp, beni tanıttılar. Bense uzaktan, etrafı gözlemlemeye çalışıyordum. Neyin nerede olduğunu bilmek önemlidir. Hatta çoğu kişinin "işe yaramayacağını" düşündüğü ufak ayrıntılar, küçük bilgileri bile öğrenmeye çalışıyordum. (Bu tür ufak şeyler, hiç beklemediğiniz bir anda kıçınızı kurtarabilir) Tüm bu olan bitenin arasında, kapıdan gelen "ÖZGÜRLÜÜÜAAAK!!!!" böğürtüsüne bir anda herkes dönüp bakmaya başladı. Terhis olan bir askerdi bu; tamı tamına bir yıl öncesinden gelip, askerliğini bitirmişti sonunda. Babam "itoğlu ite bak, terbiyesiz herif!!" diye söylenerek, binbaşıyla konuşmaya devam etti, benim aklımdan ise (gayet cahilce, biliyorum) "acaba biz de böyle olur muyuz ki lan?!" düşüncesi geçti. O an için tezkere alan bu asker için sevinmiştim. Sohbet bitti, ve içeri geçtik. İçeride despot suratlı bir asker, üzerimi aramaya başladı. Tüm kontroller yapıldı (telefon, usb ve yasak malzemeler arandı) ve birliğe geçerken arka fonda duygusal bir Nickelback şarkısı çalmaya başladı. (Nickelback, evet) Birden kamera üstten görüntü almaya başladı, ve babamla dayıma bakarken görüntü, slow motion'a geçiş yaptı. Babam, ve dayıma sarıldım, "birbirinize iyi bakın" deyip, yeni askerleri almaya gelen arabanın olduğu bölüme yürümeye başladım. (Yürürken müzik çalmaya devam ediyordu) Oradaki usta askerlerden birisinin "hadi la, geçin geliyi, gecikmen!!" diye seslenmesiyle, şarkı kesildi. Başlamıştı, ve geri dönüşü yoktu artık.
                      Topluca arabalara bindirilmiş, açık bir spor alanına getirilmiştik. Yanda bizden bir, ya da iki gün önce katılıp, asker elbiselerini giymiş olan askerleri izledik. Yanındakiyle tanışmak zorunluymuş gibi, herkes birbirine ismini- memleketini soruyor, vıcık bir samimiyet dönüyordu ortalıkta. Bizden önce katılmış olan bu askerlerin yanaşık düzen eğitimini izledik baya bi. Yürüyüşte adımını yanlış atan bir askere bağıran rütbelinin sesi, tüm bu sersemlemiş kalabalığı bir anda kendine getirdi: Evet, acaba askerde dayak var mıydı? Hepsi yeterince zorlanmış bilinçaltlarında kendilerine bu sorunun yanıtını vermeye çalışıyorlardı. Bağıran rütbeli, bir astsubaydı: Göbekliydi, saçları görece seyrekti, muhtemelen evli ve neredeyse benimle yaşıt çocukları vardı. Kıdemli Başçavuş rütbesindeydi; çevresindeki çavuşlar korkarak yanına geliyorlardı. "Yeni gelenler kayda geçsin!!" diye bağırdı, ve çavuşların nezaretinde kayıt kabul odasına geçtik. Burası, eski tip bir derslikti (muhtemelen bina da eskiden üniversite binasıydı, ve Maltepe'nin en güzel ormanlık bölgesine sahipti) İnanılmaz bir kalabalık vardı. Beş dakikada ense tokat olanlar, gözleri dolanlar, kafayı sıyıranlar, ve çakallık peşinde koşanlar. Herkes burdaydı. Hatta üç-dört gün önceden gelip, hala kayıt için bekleyenler bile vardı. Boş olan sandalyelerden birinde oturup, kayıt için beklerken çavuşlardan biri odaya gelerek ismimi haykırdı. İsmim, benden önce birliğime gitmişti. Sebebi ise, emekli bir generalin çok yakın bir aile dostumuz olmasıydı. (Askerde ne kadar "yok ı-ıh" dense de, deliler gibi torpil olayı dönmektedir, günümüzde ise yer yer [birliğe göre de değişebilir] hayvani boyutlara bile ulaşabilir.) KAyıt için bekleyen yüzlerce gencin arasından bir anda sıyrılıvermiştim. Kayıt yapıldı, ve üzerime biraz bol gelen asker elbisem, ve diğer ıvır zıvırlar verildi. Akşam içtimasına hazır olmamız gerektiği söylendi, yataklarımız gösterildi. Saate bakmamızla, akşam içtimasına beş dakika kaldığını öğrendik, ve hızlıca giyinmeye başladık. (benim giyinişim Amerikan filmlerinde işe geç kalan genç-romantik genç giyinişi gibiydi, botu giyerken düşmüştüm ehi ehi ehi) Sonuç olarak, ilk içtimaya gecikmiştim. Benim dahil olduğum takımın piç onbaşısının (annesine küfür etmiyorum) beni rütbeli bir astsubaya ispitlemesi sonucu, ilk paparamı yedim. Hoşgelmiştim. 21 gün boyunca buradaydım artık.

Yinee De Şahlanıyoor Amaan

"Ya işten dönmüştüm de, bana bi sigara ısmarlasana" diyordu. Saat, 13:47'ydi. Bir anda çalmaya başlayan telefon, genellikle herkes tarafından kötüye yorulur. (Telefonların çalma şeklinden dahi bu çıkarımı yapabilirsiniz, suratınızı ekşitecek haberleri alacağınız zaman, telefon, daha bi tuhaf, ve telaşlı çalar, bunu anlarsınız, neyse) Uykudan hışımla kalkıp, telefonu açtığınız zaman, eğer kalktığınıza değmeyecek şeyler duyarsanız, sinirlenirsiniz. (çok insani bir duygudur bu.) Bende ise, bu durum, cinnete dahi varabiliyor. Ama günümüz insanı, en boş, ve gereksiz konuları bile haddinden fazla büyütmeye çok müsait bi hale geldi, biliyorsunuz. Arayan Faruk. Faruk, benim samimi olduğum bir arkadaşım. Gizli işsiz bir arkadaş bu. Hep de, gerçekten meşguliyet anlarımı bulabilen, muhterem bir arkadaş. Bir bayram sabahı gerçekleşiyor tüm bunlar. Telefonu kapatıyorum, ve zaten kaçmış uykum için Faruk'a küfür ediyorum. (Bayramların bayram değil, aslında bedavadan tatil günü olması.) Hava, yarı açık. Güneş, arada bir bulutların arasından gösterip, daha sonra da elletmiyor. Telefon, sürekli çalıyor. Anlıyorum ki, dayımlar, ve ablamlar, bu sene de ziyarete gelecekler. Ebeveynlerimin her seferinde şahsıma yaptığı "aman iyi davran, kötü olma" telkinleri sonrası, her bayram, ve buluşmada aynı senaryoyu oynuyorum, ve herkes mutlu oluyor, ben hariç. (karakteristik Yengeç burcu erkeğisi). Yine de, bayram günü, evin içinde bir kalabalık olması düşüncesi, tuhaf bir huzur veriyor bedenime. Odayı toplamaya başlıyorum: Odamı tanımlayacak olursam şöyle bişey oluyor: Sarı-kırmızı renklerin hakim olduğu, her yerde bira ve cola şişelerinin olduğu bir teknik servis odası. Evet, tam olarak odam, böyle bişeye benziyor. Kısa süreli işimden ayrıldığımdan beri, ayık gezmediğim için, odayı toplamak, büyük bir sorunmuş gibi görünüyor. Dışarıdan gelen, ve hiç susmayan silah sesleri eşliğinde, bir sigara yakıyor, ve işe koyuluyorum...

Evet, Varan 1. İlk gelen dayımlar oluyor. İşim bittikten sonra, kimseyi görmeden, direkt olarak lavaboya gidiyor, ve kendime çekidüzen vermeye başlıyorum. Zira, görüntü olarak, The Walking Dead dizisinden çıkmış gibi bir halim var. Benim gibi insani ilişkileri bozuk, toplumla geçinemeyen sosyopatların bile kıyıda köşede pek sevdiği akrabaları bulunur. Halamı arıyorum, çünkü kendisi Antalya'daki diğer halamın yanında. Aradığıma çok seviniyor, ve bizim de bayramımızı kutluyor. Bir kaç sevdiğim akrabamı daha aradıktan sonra telefonu kapayıp, dışarı çıkıyorum.

Çarşıda, herşey aynı. Yalnızca, biraz daha kalabalık. Tanımadığım insanlar çokça. Bunlar bayram ziyaretine gelip, burayı küçümseyen, postmodern şehirli, ve artist akrabalar. Bu tip akrabalar, ömür törpüsü gibidir. Dışarıdan Paris, ya da Londra'ya da gelse, bu tipler, ziyarete gidilen yeri kesinlikle beğenmez, onların geldiği yerde niceleri vardır, pii buraları da memleket midir? Mevcut tanıdıklarımın çoğu da, kendi akraba ziyaretlerinde olduğu için, tekele uğrayıp, alkol almakla yetiniyorum. Pascal geliyor yanıma. Pascal, çarşının kedisi. Karnındaki ufak bir beyazlık haricinde, tüm vücudu simsiyah. Ve nerede olursam olayım, çarşı içerisinde gelip, bacaklarıma sürtünür, ya da pantolonuma pençelerini geçirir. Bir çay söyleyip, çayı içerken, Pascal'ın karnını kaşıyorum biraz. Bi anda elimi ısırıyor, ama diş geçirmiyor (samimiyet emaresi). ben de görüp, arttırıyorum, ve elimi ağzına sokuyorum, ısırmaya çalışıyor eşşek.

Eve dönüyorum. Bu da ne? Ablamlar da gelmiş. Yeğenime sarılıp, kolunu ısırıyorum (ısırmak, çok sevmekten gelir, ve özünde sevgi olsa da, hayvanlıktır) Ablamla görüşüyorum. Enişte de bir asker. Astsubay. Denizci. Hükümete, türbanlılara, ve bahsettiğim güruhun tamamına küfür ediyor. Dışarı çıkmayı öneriyorum. Buradaki en "oturulabilecek" mekana götürmemi istiyor benden. Bu mekan, yeni açılmış, ve gerçekten lüks sayılabilecek bir mekan. Tüm üniversite gençliği, ve parası bol güngörmemiş insancıkların her akşam abone olduğu bir mekan. Oturuyoruz. Birer latte içiyoruz, ve ortamı beğenmediğini beyan ediyor. Kızlarla iletişimimin rezalet olmasını buna bağlıyor: "Şuraya bak, burada dişi sinek bile yok lan!" Dönüp, mekana baktığımda, maalesef sözlerinin doğruluğunu anlıyorum: Koskoca mekanda, 10 adet dişi kişi var. Ve bu 10 dişiden 7'si, yanındaki kerizlere hesap saplamak için gelmiş, kalan ikisi de, ne bok yediğinden emin değil, geriye kalan tek düzgünümsü dişinin yanında da sevdiceği var. Muhtemelen ya nişanlı, ya da yeni evli. "Buradan olmaz" deyiveriyor enişte. Kalkıp gidiyoruz, bana bu sefer mekanın "idare eder" olduğundan bahsediyor. Arabaya biniyor, ve dolaşmaya başlıyoruz. Aldığım biraları açıp, içmeye başlıyorum. İlçenin manzarasının görülebildiği yüksek bir tepeye çıkarıyorum onu (burası, bilumum içme ve öpüş-seviş mekanı tabii ki) Kızlar konusunda sürekli bişeyler konuşuyor da konuşuyor. (Ablamla evlendiğinden beri yaptığı, ve nefret edip, cevap veremediğim bir konu bu) Sıkıldığını söyleyip, gidebileceğimiz pavyon tarzı bir yer olup olmadığını soruyor, ve yola koyuluyoruz. Gidene kadar "pavyon kültürü" hakkında nadide, ve eşsiz tecrübeleriyle bana yol göstermeye devam ediyor.

Vardığımızda, koltuk değnekli bir adam, güçlükle eniştenin kapısını açıyor, "hoşgeldiniz" diyor, enişte de karşılık veriyor. İlçenin 10 km kadar dışında kalan, benzinlik-otel karışımı bi yer burası. Kapıda Mercedes-Audi-BMW ve türevi araçlar var. Koltuk Değnekli, müzikli, dansözlü eğlenceli olduğunu, ama herhangi bir "yer değişimi" olmadığını söylüyor. Bizim de amacımız, "yer değişimsiz" olarak, iki-üç bardak bira içip, defolmak. İçeri giriyoruz. Loş ışıklı, (kırmızı ve mavi ağırlıkta olmak üzere) Ankara havası, ya da üç ayak (Karadeniz horonu) çalınan bir yer. Mekanın orta yerindeki masada, yaklaşık 10 adet hatun kişi oturmakta. Girerken, adeta gözleriyle ırzımıza geçiyorlar. Oturup, birer bira söylüyoruz.

Oturduğumuz yer, hatunların masasını karşıdan çok rahat görebilen bir yer. Pavyon insanı olmadığımız, tipimizden bariz belli olduğu için, mekan sahipleri dahil, sivil polis sanılıyoruz. Bir nevi Tango ve Cash gibi. (o filmin de ayrıca hastasıyım.) Birayı yudumlarken, şarkı söyleyen bir hatun kişi, şarkıyı bitirirken, çıkarabileceği oktav düzeyini zorlayarak şarkıyı bitiriyor, alkışlar kopuyor. Çevreyi gözlemlerken, karşı masadan iki hatunun ciddi şekilde kestiğini farkediyorum (bu kesişler tamamen yapaydır, ve bu hatun kişiler, tek bakışta insanların en derin zaaflarını bile görebilirler.) Biri esmer. Diğeri de sarışın. Esmer olanı, biraz daha genç, gece karası saçları var, ve kırmızı bir mini etek giymiş. (Bu işi kolay para olarak gören bir tavrı var) Sarışın olansa, biraz daha çökmüş. 30'lu yaşlarına başlamak üzere, muhtemelen bir oğlu-kızı var. Bu tip yerlerde nasıl davranacağını daha iyi biliyor, ve hareketleri çok spontan. Sırtı bize dönük olan hatunlar ise, görebildikleri tarafta oturan saçları hafif kırlaşmış bir grup abiyi (muhtemelen fabrikadan çıkıp gelmişlerdi) gözlerine kestirmişlerdi. Arkamdaki masalardan birinde, konsun (konsomatris) bir masaya çöktüğünü, ve sürekli vol'e çalıştığını görüyorum. Yanındaki abi, hatunu kollarıyla sarıp sarmalamış, lakin oradan çıkabilecek mi, bilinmez. Yanındaki masada, bir abi, tek başına kafayı bulmuş, ve müziği hissederek (müziği hissetmek diye bişey vardır) anın tadını çıkarmaya çalışıyor. Hemen yan masadaysa, göbekli, kır saçlı 4-5 tane abi oturuyor. Amca da olabilirler. Masaya gelen şampanya, ve konfetilerden, bu abilerin, kapıdaki üst segment arabaların, pek de üst segment olmayan sahipleri olduklarını anlıyorum. Hatun masasından gözlerini ayırmıyorlar, niyetleri ciddi. Bu arada sarışın hatun vazgeçiyor, esmer ise benden yana ısrarlı. Sürekli gözlerimi kaçırıyorum. Saat 00:00'a geliyor, ve bir anda hatunlar kalkıp, arka tarafa geçiyorlar. Esmer, yanımdan geçerken, omzuma dokunuyor (sıkışık ortamda yanyana geçiyormuş gibi bir dokunma bu) Beş dakika sonra, bir çoğu dansöz kıyafetleriyle mekana dönüyorlar, ve artan libidoyu ben bile hissedebiliyorum. Öyle ki, normalde bakıldığında hatun görmüş bir grup erkek görebilirsiniz. Ama özel bir X-Ray cihazıyla bakıldığında, hepsinin, aletlerini sıvazlayarak bekleyen zombimsi yaratıklar olduğu fikri geliyor aklıma. Hatunlar, masalara dağılıyor, kalanlar da ortaya çıkıp, dans etmeye başlıyor. İlk denemeyi, kızıl saçlı (ve gerçekten hoş) bir hatun yapıyor, enişteme soruyor, ama o kibarca reddediyor. O da ne? Esmer dansöz kıyafeti giymemiş. Kenarda bir masada oturuyor. Düğünde gözüne kestirdiği çocuğu başkasına kaptırmış bir kızın hali var üzerinde. Bu esnada, ortada oynayan dansöz hatunların, üzerlerindeki tül-şal benzeri şeyi fırlatıp atması, ve hepsinin göğüs çatalının gözükmesiyle, ortamda testosteron patlaması yaşanıyor. Çalan müziğe herkes eşlik ediyor, görünürde herkes çok mutlu, en çok da mekanın sahibi bundan çok hoşnut. Esmer, ayağa kalkıyor, ve suratıma "beni neden çağırmadın, kafana sıçıyım senin!" bakışı atarak, yanıma bir sandalye çekip, oturuyor. "Hoşgeldiniz" diyor. Bunu öyle güzel, ve öyle harika şekilde söylüyor ki, emekli bir noter memuru bile bu "Hoşgeldiniz"e kayıtsız kalamaz diye düşünüyorum. "Hoşbulduk, merhaba" diye cevap veriyorum. "Yüzüme sinsi şekilde gülümseyip, "bişeyler içelim mi?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır, teşekkür ederiz" deyip, reddediyorum. Esmer, eliyle bacağımı okşayarak "Rica ederim, tekrar bekleriz" diyor, şuh bir ses tonuyla. Yan masadaki kodaman ekibin, bu etkileşimi görüp, bizim masaya tuhaf tuhaf bakmasıyla, kalkma vaktimizin geldiğini anlıyoruz. hesabı ödeyip, çıkıyoruz. Enişte eve gidiyor, bense içmeye devam ediyorum. Bir bayram da böyle geçiyor. 

NOT: Tabii ki en güzel bayramlar, aileniz, akrabalarınızla geçirdiğiniz bayramlardır, pavyon felan, oturun, bok yemeyin. Nice güzel bayramlara inşallah.

*vol: pavyonlarda konsomatris hatunların, masadaki müşterinin hesabını kabartması.

Biraz Enerjiniz Varsa Alırım

"Yav aç işte bi tane, noolucak, feyse giremiyoz, kız bekliyo zaten." diyordu. Yüzünde, erken yaşta hayatı silkelemiş, "adam olmuş" bir ergenin vakurluğu vardı. Arkadaşlarının ısrarıyla(!), ve kendi kullandığı telefonunu yeğenine vereceği için, "yapmıştı bişeyler, ayfon almıştı" işte. Bir GSM operatörü mağazası burası. Bu GSM operatörü de, şu kırmızı olanından. "Ya şu SMS'lerle fotoğraflar çok önemli kardeş ya, sana zahmet be, eskisinden atabilir miyiz?" diyerek, yılışık şekilde devam etti. Kabloları bilgisayara bağladım, ve laptopu uyku modundan çıkardım...

Yukarıda okuduğunuz kısa sohbet, batıda olup, üstelik de İstanbul'a konum olarak çok yakın sayılabilecek bir vilayetin, aşırı muhafazakar, ve milliyetçi olan bir ilçesinde bulunan bir mağazada, gün içerisinde, belki de yüzlerce defa meydana gelen bir şey. Teknolojiyle aram çok iyi olduğu için, ve bu dükkanın sahibi ile okey masasında (doğru okuyorsunuz) başlayan iyi(!) bir dostluk süreci sonrası, burada çalışmaya başladım. Halkın, sosyal paylaşım hedesi çıktığından beri geldiği (ya da gelemediği) noktayı, içler acısı buluyorum. Daha önceki yazılarımdan birinde, bu konuya değinmiştim, ama bu seferki, direkt olarak, bu insanların yanlarından ayırmadıkları zaruri bir şey: Akıllı Telefonlar. 

Müşteri 1: Kırklı yaşlarda, muhtemelen Karadenizli, ve enerjik bir abi bu. Saçları kırlaşmış. Esmer, ve zayıf. Gözaltları çökmüş. Zayıf olmasına rağmen, göründüğünden kuvvetli (sanayii&fabrikada çalışıyor olma belirtileri). Muhtemelen bekar. Henüz, köydeki akrabaları vasıtasıyla hayatının kadınını bulup, akşamları TV'de RTE'yi alkışlayacak duruma gelmemiş. Ama sınırda. Yükselmiş libidosunu, eski tuşlu nokya'sında yer işaretlerine kaydettiği "sibel can etek altı izle" sayfasından anlıyorum. Lakin, hükümet engelini aşamamış olacak ki, bir başka kayıtlı sayfada "threesome orgy" yazısını görüp, ufak bir şok yaşıyorum. Bu abi, ayfon beşes almış. Problemli müşteri kategorisinde şu anda. Telefonu şarj almadığı için, kapanmış. Servise göndereceğiz, ama o da ne? Teknik servis, epıl marka cihazlarda bulunan "ayfonumu bul" özelliğinin kapalı hale getirilmesini istiyor.(aksi takdirde cihaz geri geliyor.) Bu abi de, telefonu aldığı ilk gün, açtırdığı ayklod şifresinin ne kadar hayati önem taşıdığının farkında değil. O an tek düşündüğü, "Feys" indirip, daha rahat Sibel Can, ya da "Threesome Orgy" izleyebilmek. Mevzubahis "ayfonumu bul" özelliğini de hemencecik aktif hale getiriyor.(Tüm dünya, umarsızca o telefona sahip olmak istiyordu çünkü) Telefon da açılmadığı için, tek çare, vvv.ayklod.com adresinden bu özelliği kapatmak. İşte en büyük sorun çıkageliyor: Abi, epıl kimliğinin şifresini bilmiyor. Benim, bu işlerde deneyimli olduğumu, ve yemeyeceğimi düşünerek, mağaza müdürümüze bağırmaya gidiyor. Mağaza müdürü Erdal Abi de, onu buna pişman ediyor, ve ilk müşterimiz, içinden ağır söverek, dükkanı terkediyor.

Müşteri 2: Elli yaşın üzerinde, erkek. Kendi alanındaki otoritesi için diğer insanları, yaşı, ve tecrübesiyle bastırmaya çalışıyor. Yaşına göre çok enerjik, ve çok gürültü yapıyor. Yavaş yavaş baş gösteren işitme kaybından olsa gerek, ses tonlaması özelliği ara ara hata veriyor. Kendisini nasıl susturduğunu anlamadığım, aklı başında bir hanımı var bu abinin. Oğlanı yola sokup, evlendirmiş, kızı da bi iki seneye kalmaz, hali vakti yerinde biriyle evlendirecek. İlk torununu seviyor şu an. Onun için yapmayacağı şey yok. Dükkandan hızlı adımlarla giriyor, kontrolsüz bir ses tonuyla numarasını haykırıyor. Personelin, numarasını söylediğinde, aslında ne istediğini tahmin edeceğini zannediyor.(muhtemelen) Soluklanıp, tezgaha geldiğinde, ne işlem yapmak istediğini sorunca da bağırmaya başlıyor.(üç kuruşluk boktan bir hizmete sırf düzenli para ödüyor olduğu için çıkıntı yapmak) Fatura ödüyor bu amca. Fatura miktarını söylediğimde, ikinci dalga paparayı yiyorum. Neden yüksek geldiğini soruyor bana. Buna (gerçekten göremediğim için) cevap veremediğim için, Müşteri Hizmetleri'ni aramasını söylüyorum. Lanet okuyor. Gelinine de kontör yükletiyor. Çıkarken, Erdal Abi'yle ayaküstü muhabbet ederek, "Bi telefon veremedin bize yaaaauu!!" diyor, ve yüksek sesle gülerek, mağazadan ayrılıyor.

Müşteri 3: Otuzlu yaşlarda, bayan. Evli. Kocası, işinde gücünde, ve boşa harcama yapmayan (zira yüksek miktarda, ve tanımlanamayan borçları vardır bu insanların) orta karar biri. Borç ödediği için, faturasını da geciktirmiyor. Dolayısıyla, numarasının üzerine taahhütlü telefon alabilir.(taahhüt'e taattüt diyeni pamuklara sarmalar sararım ayrıca) Şimdi, karısı da, düzenli ödediği faturaların hesabını, telefon alarak kendisinden soruyor.(çünkü tam olarak, 'hehee düzenli fatura ödersin ha, al sana!' dermiş gibi bir hali var.) Karar veremiyor. Orta halli, ve uygun bir cihaz gösteriyorum. İlk iki seçeneği beğenmiyor. (kalite algısının başka insanlar üzerinden oluşması) son seçenek, beyaz bir ufaklık. (galaksi es üç mini) Kocası, "taattüt"ü imzalarken, içinden söyleniyor. Evvelinden, başının eti çok yenmiş, belli. Telefonun kılıfının rengini beğenmiyor bu abla. "Yaa pembesi yok mu, pembesi?" diye soruyor. Olmadığını söyleyince, haftaya uğrayacağını söylüyor, ve kocasıyla beraber, amacına ulaşmış, muzaffer bir komutan edasıyla mekandan çıkıyor.

Müşteri 4: Asi, atarlı genç. Abartı, ve kilolarca jöleli (pardon, wax diye cıvık bişeye geçti bunlar) bir kafaya sahip. Oldukça esmer. Tarlada, bağ-bahçede çalışmaktan hayvan gibi olmuş, ama vücudu çok orantısız. Açık renkli tişörtün altına giydiği pantolonun, götünde nasıl durabildiğine hayret ediyorum. Zira, uzaktan, altına sıçıp, götünü yıkamayı unutmuş gibi görünüyor. Kolları, rezil bir şekilde yapılmış (muhtemelen dövmeci abilerinden rica ederek, kendisi yaptı) dövmemsi işaretler var. Ne olduğunu, sadece onlar biliyor. Madde bağımlılığı, ve elektronik müziğe hiç girmedim dikkat ederseniz. Grup halinde geliyorlar, beklerken hepsi üç silahşörler gibi aynı anda telefonları çekerek, koordineli şekilde bildirimleri kontrol ediyorlar. Kızlardan gelebilecek en küçük bir bildirim, (facebook grup istekleri bile dahil!!) onlar için çok önemli. Ellerinde, hep 5, ya da 10 tl ile geliyorlar, ve "Facebook&Twitter" paketi istiyorlar. Sistemde, bu arkadaşların, Allah ne verdiyse, tüm konuşma-sms-internet aboneliklerine abandıklarını görüyorum. Hepsini iptal edip, FB&Twitter paketi'nin kalmasını istiyorlar. İşlem bittiğinde, operatör mesajını görmeden, dükkanı terketmiyorlar. Bazıları, kafası kıyakken bile gelebiliyor.

Müşteri 5: Aslında, çevredeki tanıdık esnaflardan birisi bu. Ülkemiz esnafındaki ucuz "üç kuruşa beş köfte" çakallığı güdüyor olacak, en az zararla, telefon alabilmek için (aslında sistemdeki mevcut, ya da olası bir açıktan faydalanabilmek için) sürekli uğrayıp duran insanlar bunlar. Muhatapları, Erdal Abi. İstedikleri şeyin gerçekleşmesi de, Erdal Abi'yi oldukça zor durumda bırakacağından (bayinin uyarılması, hatta kapanma ihtimali vs) her seferinde boyunları bükük ayrılıyorlar. En sonunda, hattı müsait bir tanıdıklarını kandırıp, (bu alışverişlerin sonu genelde kırgınlık, hatta kavgayla bitiyor) telefonu alıyor, ve arkasından bir de telefonun aksesuarı için yokuş yapmaya başlıyorlar. Olmadığı zamanlarda, ve cidden toptancılarda olmadığı için, alamıyor. Ama 2 ay boyunca, sırf aksesuar için o dükkana gelen tipleri de gördü bu gönül.

Velhasıl kelam, olayın sonu, tek bir yere bağlanıyor: İnsanımız, sahip olduğu akıllı telefonun, markası, ve modeli kadar toplumda önem kazandığını zannediyor. Aslında zannetmiyor, sosyal paylaşım hedesi, ve bilumum cemiyetlerde insanların kullandıkları telefon, onların gelirlerini, sosyal statü ve zekalarını belli eden bir etmen. 2.000 TL'lik bir "akıllı telefon"a sahip olurken, işlevselliği değil de, kamerası, bu insanlar için çok daha önemli. bir kaç yazıda, epıl şirketinin, ortadoğu'ya gönderilen ayfon cihazlarının önemli bir özelliğinin kısılarak gönderildiğini okumuştum. Yani, Kuzey Amerika, ve Uzakdoğu'daki akıllı telefon modellerinin arayüzleri, ve ek özelliklerine dokunulmuyor, ama Ortadoğu, ve diğer az gelişmiş ülkelere gönderilen cihazların bir çok özelliği kırpılarak, adeta kuşa çevriliyor, ve kitle beyin kontrolüne maruz kalmış insancıklarımız, iki-üç aylık maaşını bu şirketlere verebilmek için sıraya giriyor. Allah akıl-fikir versin, hayırlısı olsun diyor, susuyorum.

#OccupyDüğün



Tarih: 17 Ağustos 2014
Yer: Wonderland Öztürk Düğün Salonu
Sorun: #OccupyDüğün

Gelin, ve damat, salona alkışlar eşliğinde iştirak edip, dansa başlıyorlar. Tüm gözler, onların üzerinde. Gelin, utangaç şekilde kocasının omzuna doğru ürkek bir ceylan gibi eğilerek, kulağına birşeyler söylemeye çalışıyor. Kocası da, gayet vakur bir tavırla ona cevap veriyor. Bir Abhaz düğünü burası. Elimde, neredeyse bağımlısı olduğum, bir şişe kola var. Antalya'dan, bilmediğimiz bu ufak ilçeye taşınıvermiştik. Buradaki tanıdıklar sayesinde uyum süreci bile yaşamamıştık. Düğün olduğu için, iki haftaya yakın, tüm eş, dost ve akraba, köyde ikamet ediyordu: Her gece bir eve toplanmalar, geç vakite kadar oturmalar, büyüklerin arasından sıyrılıp, kendi aralarında (ve tabii ki Abhaz adetleri uyarınca) eğlenmeye çalışan gençler oluyordu. Hayat, güzelmiş gibiydi; herkes mutlu görünüyordu. Sabırla beklenen süreç, sonlanıyordu, herkes, gözlerini, hayatlarını birleştiren bu iki insana dikivermişti. Onları gören diğer çiftlerse (çoğu akraba, ve aralarında cıvıldama ihtimali bulunan gençlerdi) gelin, ve damada moral amaçlı piste çıkmışlardı. İçlerinde kopan "yakın temas" isteği, etraftaki büyüklerin yargılayıcı bakışları tarafından, her seferinde bastırılıyordu. O anda gördüm onu. Uzaktan bana gülerek, yanıma geldi, ve elimi tuttu. Ne olduğunu anlamadan, kola şişesini zorlukla bir yere bırakabilmiştim. Artık biz de pistteydik. O an herkes, gelin, ve damadı bırakarak, gözlerini babacan-anaç tavırlarla bize dikmekteydi. Henüz 14 yaşındaydım, o da 12. Aşk duygusunun ne olduğundan bihaber yaşlarda, hem de karşı cinsten gelen bu atak, beni şoka sokmuştu. Bu Trakya'lı gencecik bayanın tavrı, salondakiler tarafından da hayretle karşılanmıştı. Düğünden önceki iki haftalık süreçte tanışmıştık, Gamze'ydi adı. Kumraldı, hafif esmerdi. Çok iyi anlaşıyorduk, tuhaf hissetmeye başlamıştık, ama bunun adını koyacak kadar büyük değildik henüz. Işıklar, loş ortam, ve insanların ilgisi bir yana, aşk duygusunu ilk kez ciddi şekilde yaşıyordum. Peri masalları, çok, ama çok kısa da olsa, bazen gerçek hayatta yaşanabilir. O müzik hiç bitmeseydi, buna ses çıkarmazdım. Kollarını boynuma doladı, ve yüzüme gülümsemeye başladı...

17 Ağustos 2014

Wonderland içerisinde, sıkışık, ve "muhafazakar" kesimin sıklıkla rağbet ettiği bir pasaj burası. En üst kata, Murat ile (en samimi arkadaşlarımdandır kendisi) içtiğimiz sigarayı, yarıda atarak, en üst kata doğru çıkıyoruz: Başı örtülü teyze, ve kadınlar, viyak viyak ağlayan çocuklar, göbekli ve huzursuz amcaların oluşturduğu populasyondan sıyrılarak, giriş kapısına yöneliyoruz. Burada bir amca var. Daha gençten biriyle çok samimi bir selamlaşma ritüeli yaşıyor. (Düğünlerde birbirine takık insanların bile o akşamlık hayvan derecede samimi olması) Muammer Amca bu. Beni gördükten sonra, suratının aldığı anlık "çıkaramamazlık" ifadesi, aynı şekilde beni de anlık tedirgin ediyor. Sonra hatırlıyor. Elini öpüyorum. Vakur bir gülümseme var yüzünde. Muammer Amca, damadın babası. Yani arkadaşım Süleyman'ın babası. (Süleyman, Murat kadar olmasa da, samimi bulduğum bir başka arkadaşım.)  İçeriye giriyoruz. Biz selamlaşırken, vakit kaybetmeyen merdiven halkı, yol alarak, önümüze geçmiş. Aynı insanları, kapı önünde sevgi gösterisi halinde buluyoruz. (Düğünlerde kapı önünün, dans pistinden daha pis kalabalık olması.) Arada bir-iki yaşlı sayılabilecek insan haricinde, pistte genç insanlar bulunuyor: Yaşı damada yakın, gece bitiminde gömleği sırılsıklam olacak amca-teyzeoğlu, tüm düğün, ve cemiyet hünerlerini göstermeye meraklı çok çok yakın arkadaş, gelinin ağır makyajlı yancısı, abiye kıyafetli "buranın insanı değilim" diyen ikinci yancı, hepsi buradalar. Abartılı figürlerle oynamak için kendilerini zorluyor gibi bir halleri var...

Düğün salonundan içeri girerken, eğer ortalama üstü bir tipiniz de varsa, ve giydiğiniz de cidden yakışmışsa, insanlar, pisttekileri unutup, siz oturana kadar gözlerinizi üzerinizden ayırmazlar. Siz onlara bakmazsınız, ama çoktan sorulmaya başlamışsınızdır bile. Ama o an, bu ihtimali düşünmek, çok yavan geliyor. Piste yakın bir masadan, bir el yükseliyor: Recep bu. Yanında da Faruk var. Selam verip, oturuyor, ve pisttekileri izlemeye koyuluyoruz. Recep'in sinirli, ve gerginmiş gibi bir hali var. Faruk, yeni doğum yapmış karısını dakikada altı kez arıyor, ve Murat, Gürcü oyununa ne zaman sıra geleceğini merak ediyor. Bense, damadı ve gelini görüp, tebrik ederek, protokol ziyaretimi sonlandırmak istiyorum sadece. Müzik susuyor, ve Serkan, masamıza geliyor. Serkan, son bir kaç senedir tanıdığım biri. Gözlüklü, uzun boylu, fazla sakin, ve (maalesef) toplumdan ilginç şekilde takdir edilmeyi, ve olgun sayılmayı biraz fazla önemseyen bir arkadaş. Söylediklerinden anlıyoruz ki, Recep'in sinirinin kaynağı tam olarak şu: Serkan'ın her oyuna katılıp, "oynayamaması". Bunu fazla kafasına taktığını söylüyorum. "Yaa abi bu çocuk tam bir mal ya. Abi bak bak, şuraya bak, şu hareketlere bak!" diyor. Göz zevkini bozduğunu söylüyor. Murat da aynı şekilde fikir belirtiyor. Faruk ise, hala karısıyla meşgul. O esnada, Hamdi, kız arkadaşıyla yanımıza geliyor. Geçmişe dair bazı anlaşmazlıklar yüzünden, kızı görmezden geliyorum. Onlar da, kızı İstanbul'a götürüp, geleceklerini (Kız, İstanbul'da oturuyor) söylüyorlar. Vedalaşıp, ayrılıyorlar. O an, damadın, pistten ayrılarak, kenardaki akrabalarını görmeye gittiğini görüyorum. Yanına gidip, elini sıkıyorum, ve samimi olmayan bir ses tonuyla "haayt, yavrum benim!" diyorum. Terden sırılsıklam olmuş. Hızla rotasını değiştirip, karşı taraftaki masaya yöneliyor. Ben de gelinle gözgöze geliyorum, yanına gidip, elini sıkıyorum. Gelinin, ünlü şarkıcı Michelle Branch'e benzerliği, gözümden kaçmıyor. Vakur bir halde, geline göz kırpıyor, ve masaya dönüyorum. Masaya dönerken, krem rengi elbiseli bir bayanın göz hapsinde olduğumu farkediyorum. Masadakilere hiçbirşey söylemiyorum. Murat, sigara içmeyi teklif ediyor, ve kalkıp, sigara içilen odaya geçiyoruz. Giderken, üzerimizdeki kumaş pantolon- gömlek kombinasyonundan olsa gerek, yürüyüşümüzdeki heybet oranının artmaya çalıştığını hissediyorum. Yolda, Murat, dikkatini çeken bir kız olduğu hakkında birşeyler anlatmaya başlıyor. Az önce ikinci kere bakışlarını havada yakaladığım, krem rengi elbiseli kızı seçmemesini tüm kalbimle dileyerek, sigara yakıyorum. Burada, aynı kızın göz hapsine alındığımızı, içim parçalanarak öğreniyorum. Recep ise, halen daha Serkan'dan hıncını alamamış olacak ki, saydırmaya devam ediyor. Ses tonu, kavga çıkaracak atarlı bir genç adam tonunda. Pislik olsun diye, lehine verdiğim demeçleri duyunca, Recep, iyice coşuyor. Muhabbet arasında, herkes, içten içe büyüdüğümüzün farkında, ve bunu belli edecek kelimelerden uzak durmaya çalışıyoruz. (24-28 yaş arası, kişiliğin son direniş zamanlarıdır. Büyüdüğünü kabul etmek istemezsin, ama bir taraftan da, insanların, seni medeni, ve yetişkin birisiymiş gibi kabul etmelerini istersin.) Salona geri dönüyoruz. Gençler, geleneksel bir Gürcü folkloru sergiliyor. Kızların, onları izlediğini gördükçe, coştukça coşuyorlar. Düğün biterken, damadın bizimle yaşıt akrabaları, yanyana geliyorlar. Bir konu hakkında konuşuyorlar; muhtemelen çıkışta ne yapılacağını tartışıyorlar. O an, bu gençlerin, küçükken de birlikte oynayıp, koşturduklarını, şimdiyse büyüyüp, damat olduklarında da birbirlerini kolladıklarını, zamanın ne de çabuk geçtiğini düşünüyorum. Bir babacanlık ifadesi kaplıyor yüzümü. Sonra, "banane lan" diyerek, gerçek dünyaya geri dönüyorum. Toplu resim çekilme faslına kalamıyorum, zira yorgunluğum, buna müsade etmiyor...

NOT: Murat ile aynı anda göz hapsine alındığımız kızın hakkında hiç de iyi şeyler duymadım.

Düğün bitimi, tüm ekip, damadın köydeki evinde toplanıp, damada "magardalık" denen adeti yaptırmışlar, ve bundan zevk almaya çalışmışlar. Magardalık, "damadın arkadaşlarının, damada o gecelik, istedikleri herşeyi yaptırmaları" olarak da tabir edilebilir. Serkan, burada da, dış kulvardan atağa kalkmaya çalışmış, ama daha "yetkin" kişiler tarafından susturulmuş.

Gamze'den uzundur haber alamadım. "Çocukluk aşklarımızdan" maalesef utanıp, bahsetmek istemediğimiz için, muhtemelen, hakkımda pek iyi şeyler düşünmüyor. Ne yaptığına dair en ufak bir fikrim yok.

Düğünler, iki farklı cinsten insanın, aynı evde yaşamayı, topluma karşı legal hale getirme çabasıdır! Tüm bu tantana da bundandır!

Genel açıdan, düğünlerin, farklı bir tür freakshow haline geldiğini düşünmekteyim.


Demon Possessed

Tarih: Temmuz'un Sonları
Yer: Wonderland Cezaevi Yakınları
Sorun: Demon Possessed

"Adın?" diye sordu. Söyledim. Sarkastik bir bilgelikle, başını kaldırmadan "Yaşın?" diye sordu bu sefer de. Söyledim. (Kendi rızanızla birşeylere tabii olmanın çaresizliği) Kağıda düşünceli şekilde adımı ve yaşımı yazmış olmalıydı. Yazmayı bitirdikten sonra, "sende çok küçük yaştan beri nazar var çocum" deyiverdi. Benimle birlikte orada bulunan halam, gözlerini dehşetle açarak, "evet evet! bu çocuğa küçüklüğünden beri herrkes, herkes, of Allah'ım!" diye söylendi. Onaylandığını anlayan adam, aldığı gazla devam etti: "Sen günaha meyilli birisin evladım." Olan biteni şaşkınlığımı gizleyerek izliyordum. Aynı şekilde de, muhabbetin odak noktası olmamdan ötürü, durumlar, çok daha eğlenceli, ve ilgi çekici bir hal almaya başlıyordu...

"İki Çerkez, eski zamanlarda yürüyerek, komşu köydeki düğüne davetlilermiş. E tabi, o zaman elektrik, melektrik hak getire." Yaklaşık olarak, bundan 6-7 sene öncesi olmalıydı. "Üniversiteyi yeni kazanmış özgüveni" ile çevreme artistik bakışlar atıyor, ve herkese cahil muamelesi yapıyordum. Köyden komşumuz olan bu amcanın da dahil olduğu bir gece oturmasında idik. Amca ise ortamdaki yaşça en büyük olmanın verdiği rahatlıkla, ve aynı zamanda jest, mimikleriyle desteklediği bu hayret verici olayı anlatıyordu. Ve herkes, saçma, ya da mantıklı bulsa dahi, bu adamı dinlemeye koyulmuştu. Bazıları kayışı sıyırmış, olayın tamamen gerçek olduğunu, biz aldanmışların yanıldığını içten içe destekleyerek dinliyordu. "Düğüne gidip, dönerlerken, yolun kenarında bir topluluk görmüşler. Bir başka düğün. Selam vererek, kurulan sofraya oturmuşlar. Çerkez oyunu, erkekler, kadınlar, müthiş bir eğlenceymiş. İki misafire, koca bir Abhaz pastası* getirilmiş. Adamlardan biri, yemeğe başlamak için besmele çektiği an, herşey bir anda kaybolmuş, ve adamların önündeki Abhaz pastası, koca bir yığın hayvan pisliğine dönüşmüş. Eğer onlarla Çerkez oyunu oynasalarmış, evlerine asla dönemeyebilirlermiş.". Bitirdi, ve herkes dehşete kapıldı adeta, dalga geçenler de oldu tabii. Ama amcanın vakur halinde herhangi bir bozulma olmadı.

"Dinden uzaklaşmışsın evladım. Üç harfliler, seni ele geçirmeye çalışıyor. Bunu Müslüman olanları yapmaz. Bunlar Hristiyan olanlar." diye devam etti. "Bunun için inancına sahip çıkmalı, Allah'a yaklaşmalısın. Ama bu işler, sakalı iki gün uzatıp, üçüncü günü kesmek gibi değildir, günaha müdavim olup, tövbe etmek, bunlar kolaya kaçmaktır." deyiverdi. Kesmeye üşendiğim üç haftalık sakalım da nasibini almıştı. Küçükken çok güzel bir çocuk olduğumu, bu zamana kadar sürekli nazar olduğumu, olmaya devam ettiğimi de ekledi. İlgiyi sıcak tutarak devam etti. "Bu zamanların kıymetini bilmek lazım. Bundan 20 sene evvel, bu sohbeti yapamazdık mesela. Yirmi sene önce, bu sohbeti jandarma duysa, hepimizi içeriye tıkardı, ama şu an bu konuların serbestçe konuşulduğu zamanlardayız." dedi. Yüzümdeki ve tavrımdaki Gezi'ci eğilimi yakalamış olacak, bunu söyleme zorunluluğu hissetmiş gibiydi, yüzü ciddileşti. Elime kağıdı vererek, okumam gereken dua, ve sureleri yazdırdı, ayrıca Kuran-ı Kerim okumayı öğrenmemi söyledi. Söylediklerini not aldım. İçinde bulunduğum mevcut durumu olabildiğinde kabullenmeye çalışıyordum. Yazmayı bitirince, "sağ elinle de yazmayı öğrenmen lazım" diye devam etti. Yüzüne bakıp, "artık imkansız" iması içeren bir bakış attım."Yani tabi, öğrensen daha iyi" diye geçiştirdi. Asıl bomba yaklaşıyordu. Bunu hissedebiliyordum. Zaten Hristiyan "demon"lar tarafından "possessed" olmanın verdiği yılgınlıkla, konuşmasını bekledim. "Senin kurtuluşuna iki yol var." dedi. "Ya fabrikada, ya da ticarette senin kurtuluşun." dedi. "Bu ikisinden başka birşeye yönelirsem helak mı olurum?" lafı, bir anda ağzımdan fırladı. Ortamın uhreviyatından olsa gerek, "helak" lafını özellikle kullanmış gibiydim. Ama bu cümle, aynı zamanda hocayı sorgular bir ses tonunda çıktığı için hafif huzursuz olmuştum. Anlamadığım bir örnekle, açıklamaya çalıştı. Muhtemelen sırtını dayadığı "bazı kişilerin" saltanat çarklarından birisi olmamı istiyordu. Cevap vermedim. "Normalde bedenin bu şekilde değil. Gerçek görüntün, olman gerekenden çok daha güzel. Nazar, ve diğer üç harflilerin etkisinden dolayı daha çökük görünüyorsun." şeklinde fiziki, ve egoya yönelik, ufak bir tacizde bulunarak devam etti. Yine cevap vermedim. Halam, duyduklarından etkilenmiş olacak ki, amcamın gece gelen gıcık nöbetlerinden, ve yengemin sağlığının bozulmasından, başka şeyleri sorumlu tutuyordu. "İkisinin de beraber gelmesi gerekiyor, bakarız." dedi hoca. Çıktık. Amcamla yengem hakkında neler söyleyecek, delicesine merak etmekteyim sevgili okuyan.

NOT: "Gönlünüzden ne koparsa" dedi sadece. Halefleri gibi.

NOT: Dediklerinin beni ilgilendiren kısımlarını, tabii ki deneyeceğim. Gerisi, Yaratıcı ile benim aramda sonuçta di mi, hehe.

*Abhaz pastası, mısırununun, suda katılaşana kadar karıştırılmasıyla yapılan bir Kafkas yemeğidir.

DİPNOT: Hoca, amcamda üç harfliler, yengemde de büyü olduğunu söyleyerek, sonraki episode için bize yeşil ışık yaktı. Gözlemlerim sürecek.

İlk Aşkın Günahı Olur Mu?

Yer: Değirmendere Sahili
Tarih: 2012 (yaklaşık)
Konu: Derin.

Gayet güzel bir Cuma akşamı. Yaşlılar kolkola gezerken, ortayaş krizindeki çiftler eşofmanlarıyla koşuya çıkmışlardı. Henüz alkol yasağı gelmemişken, gençler, biralarını yudumluyor, ötedeki gitarcı uzun saçlı arkadaş, ve ekibi, gürültülü şekilde eğlenmeye çalışıyorlardı. (Şarkılara kendinden geçercesine eşlik etmek, çoğu yerde deli gibi eğlenmekten sayılıyor.) Bu arada, yeni doğmuş bebeklerini, ve çocuklarını oynasınlar diye parka getiren aileler de vardı. Körfez'in incisi olan bu cennetten çıkma sahilde, herkes mutluydu; en azından öyle görünüyordu. Güneş batmış, akşam kavuşmuştu...

Bu sessizliği tiz, ve oldukça şuh bir kahkaha bozdu. Bir anda tüm ilgi, ve alaka, bu kahkahanın sahibine yöneldi. "aahhahahah canım benim yaa :))" dedi, kahkahayı atan kişi. Bu kişi, otuzlu yaşlarına yeni giriş yapmış, kızıl saçlı, balıketli, ve oldukça güzel bir bayandan geliyordu. Ezgi'ydi adı; yılların yorgunluğu çökmüştü belki yüzüne, ama hala solmamış güzelliği, onu daha da kadınsılaştırıyordu. Kendine güveninden çok, "feleğin çemberinden geçmiş hatun profili" yansıtıyordu yanındakilere. Bunu bilmelerine rağmen, kimse, onu üzecek en küçük bir harekette dahi bulunmuyordu; yaşına göre çok güzeldi, oldukça güzel. Ve bu güzelliğe, kimse kıyamıyordu. "Sen o zaman çook tatlıydın bitanem ya, beni kimse seninki kadar masumca sevmemiştir herhalde, aahhahayt!" deyiverdi. Ve bu harika(!) espriden(!) sonra, yanındakilerle vakur, ama eğlenerek gülmeye başlamıştı. Zaten topluluk üzerinde gitgide artan etkisi, her kahkahasında artıyordu. Sahildeki banka toplanmış bir grup insan, bu kadının ruh haline göre hareket ediyordu sanki. Lafın muhatabı ise, hala korumaya çalıştığı ciddiyetinin beyhude olduğunu farketti, ona dönen yüzler, bu insandan daha yaşlıydı: Yaşça oydu en küçük olan. Fazla umursamıyormuş gibi görünerek, bu grupla birlikte gülmeye çabaladı, lakin söylediğim gibi, ortamın yaşça en küçüğüydü. Tüm bunları göze almak zorundaydı. Birasından bir yudum aldı, ve sahile bakarak, bir sigara yaktı...

1996. Değirmendere. C bloğun ilk katında oturan ailenin sekiz yaşındaki oğlu, herşeye meraklı olması, erken okuması, hazırcevaplılığı, ve küçük yaşta filmlere duyduğu ilgiyle bilinir. Solaktır. Bunu bir farklılık olarak görür hep. Günlerden bir gün, üst kata yeni taşınan ailenin kızını görür. Kız, bahçede, çocuğa bir kaç kez sevgi dolu sözcükler söyledikten sonra, çocuk, kıza alışır. Hem de öyle çok alışır ki. Çocuk, gençlik filmleri furyasına denk gelen 90'lı yıllarda, aşkın neye benzediğini, tam olarak anlayamamaktadır. Bu tuhaf duyguyla, tüm günü, ve gecesi, "bu yeni abla"yı düşünmekle geçer. Okulda, sitede, oynarken, banyoda, her yerde...

"Abla"nın ona inanılmaz sevecen yaklaşımı, çocukta, bu ilginin karşılıklı olduğu düşüncesini yaratmaya başlamıştır. Arkadaşlarına, kendinden oldukça büyük bir kızla "çıktığını" söylemektedir gururla. Kızın kim olduğunu ise, söylemez. Artık biricik sevdiceğidir o. Paylaşamaz kimselerle. Hatta karşı komşusu olan astsubay abilerinin evine bile uğramamaktadır artık. Onlar da bu duruma anlam veremez. Çocuk, havalarda uçmaktadır. Sevgilisinin yolunu gözlemekte, onu tüm gözlerden kıskanmakta, ve hemen, doğruca evine gitmesini diler içinden. Aslında sevmekte haklıydı da: Esmerdi, gece karası saçları vardı, beli incecikti. Beyaz tenliydi, ve gözleri masmavi parlardı. Sanki üzerine çuval da giyse, yakışacakmış gibi görünürdü. Sitedeki diğer bazı "abi"lerin radarına girmekte gecikmedi bu "abla". 

fÇocuktaki bu melankoliyi farkeden "abla", çocuğun evine, annesiyle çay içmeye gelmektedir. Öğlen aralarını iple çekmektedir çocuk; o büyüleyici güzelliği görmek istemektedir. Lakin, öyle utanır ki, yüzüne dahi bakamaz. "Abla", çocuğun bu haline katılarak gülmektedir, çocuğu çok sevmektedir. Kucağına almakta, öpmekte, sevmekte, hatta koynunda yatırmaktadır. Çocuğun hisleri büyümektedir. Ve bir gün, o can alıcı cümleyi sarfeder: "Büyü, seninle evlenelim küçük adam." Çocuğun içindeki duygu patlaması, anlatılacak cinsten değildir. O an, büyük adam olduğunu, büyüyüp, sakal bıraktığını, arabası olduğunu, kısacası, tam onun hayalindeki "yetişkin adam" olarak hayal etmeye başlar kendini. Gece uyuyamaz, hayallerinin ardı arkası kesilmez. Ne de güzel hayallerdir o hayaller...

Yazın yavaş yavaş bitmekte olduğu bir zaman, annesi, çocuğu eve çağırır. Çocuk ne olduğunu anlayamaz. Annesi, çocuğun üzerini giydirmektedir. Ne olduğunu sorduğunda, çocuğa cevap vermez. Çocuğu giydirdikten sonra, oğlunun yanağına bir öpücük kondurur, ve yan komşuları olan "astsubay abilerin" evine gitmesini, abilerden, Akif abisinin onunla önemli bir şey konuşacağını söyler. Tuhaf bir his kaplar içini çocuğun. Kapıyı çalar. Gördüğü manzara, masum, ve tertemiz dünyasına atılmış ilk yumruktur belki de: Gözünden sakındığı, biricik sevdiceği, Akif abisinin yanında dikiliyordur. Ve ikisi de gülümsemektedir. Çocuk, hala anlam veremez, Akif abisi, durumu çocuğa açıklar. Çocuk, olayın şokundan hala çıkamamışken, "abla"sının, ve "Akif Abi"sinin ailelerinin evin salonunda oturduğunu görür. Kimselerle paylaşamadığı biricik aşkı olan "Abla"sı, en yakın arkadaşı, onu anlayabilen tek kişi olduğuna inandığı "Akif Abi"siyle hayatını birleştirecektir. Mecbur, salona geçer, ve oturur. Herkes, bu küçük adamın, kıza olan ilgisini bildiğinden vakur bir gülümsemeyle çocuğa bakmaktadır. Odadaki tek mutsuz, ve mallaşmış olan, çocuktur...

-ahha sevgilim de gelmiş. bak akif, ben bu yakışıklıyla evleneceğim büyürse.
-ehueheheh. kerata, bak nişanlıma göz koymuşsun çekerim kulaklarını! ehueheheh
-şşşş aşkım! benim sevgilime öyle şeyler söyleme baksana kızardı!,
-eheh! şşş bak kızı elinden aldım diye bozulmak yok, arkadaşız hep.
-akif lütfen! ne biçim konuşuyorsun çocukla!
-tamam tamam! gel bakalım yanıma sen! gel gel!

Sonrasında olup biten olayları, çocuk, pek de hatırlamaz. Eve geri döner. Annesi ona sarılır, yanaklarından öper. Küçük oğlunun yaşadığı bu ilk ciddi travmayı tahmin etmeye çalışmaktadır. Çocuk, bu olayı, sonraki sömestre kadar unutamayacaktır...

Biramdan bir yudum aldım. Çocukluk aşkım olan bu "abla" tarafından, ortamda itin götüne sokuluyordum. Ama önemli değildi, zaten beni tanıyan çoğu kişi, olayı biliyordu. Kafamı çevirip, yüzüne baktım. Biraz solmuş olsa da, hala ışıldıyordu. Bu arada, artık yüzüne bakabildiğimi farkettim. Tuhaf bir duygu kapladı içimi. Bazı anlar vardır. Aynı duyguyu, iki kişi, sadece bakışarak hissedebilir. Sanırım o da hissetti. Kalktı, ve gelip yanağımdan öptü beni. Çocukluğumdaki kalp kırıklığı şöyle dursun, büyüdüğümde yaşayacağım daha xtreme olaylar içinden en masumu buydu. İçimden teşekkür ettim ona. Gülümsedi. Daha sonra bana sarıldı, ve geldiğim zamanlarda mutlaka haber vermemi söyledi. Vedalaştık.

DİPNOT: Ezgi Abla, nişandan sonraki yaz, Akif Abi'yle evlendi. İki sene kadar evli kaldılar. Daha sonra boşandılar. Sebebi, Akif Abi'nin, Ezgi Abla'yı öldüresiye dövmesiydi. Ailesine kalmaya geldiğinde yüzündeki derin morlukları tüm site görmüştü. Akif'deki bu sinir nöbetinin sebebi, mesleğiydi. Su üstü gemisinde, aylarca, yıllarca süren seyirlere gitmek zorunda kalıyordu. Ve bir kaç tatbikat esnasında hayati tehlike geçirdikten sonra, iyice sıyırdı, ve sinirini Ezgi Abla'dan çıkarmaya başladı. Çocukları olmadı. Bu olayı anlattığımda da duldu. Biriyle görüşüyordu. İşin trajikomik kısmı, gecenin bitiminde benden para istemesiydi. Hayat tuhaf, gerçekten çok tuhaf!

"Paylaşıyoruz, o halde varız."

Canhıraş bağırıyordu. Gerçek bir düşmanına bağırır gibi bağırıyordu; ses tonu, ve ettiği küfürlerin dozajı, bunun ispatıydı. Yalnızca sesleri dinleyen birisi, bu insanın kan davalısı, ya da namus kavgasına karıştığını sanabilirdi. 26-27 yaşlarındaydı, saçları görece kırlaşmış gibiydi. Yaşıtları, çok daha farklı şeylerle uğraşırken o, birilerine bağırıp, çağırmayı uygun görmüştü. "AvP 3 numaradan geliyor, a.... k.... salağı, vur şunu!!" diye haykırdı. Bir internet cafeydi burası, belirli bir kısım insanın vaktini öldürmeyi tercih ettiği, oldukça boktan bir yerdi. Ufak çocuk populasyonunun en az burada olması sebebiyle burayı tercih ediyordum. Bahar yağmurları, ve fütursuzca çakan şimşeklerden ötürü, bilgisayarımın yanması, ve tüm benliğimi saran dizi hastalığım, muhtelif zamanlarda beni buraya sürüklüyordu. Bilgisayara oturup, bir tarayıcı sayfası açtım, ve "Facebook'ta Oturum Aç"tım.

Gördüklerim, bir freakshow'u andırır gibiydi: Henüz kavga etmeye başlamamış, fellik fellik gezen yeni evli çiftler, hanidir yalnızlıktan kıvranıp, hayatının aşkını bulanlar, yeni doğmuş bebekler, ev hayvanları, politikler, milliyetçiler, dinciler, laikler, üç kuruşluk hayatlarını kısa molalarda inanılmaz eğlenceliymiş gibi satmaya çalışan plaza insanları, alaturka, ve tasavvuf konseptli mekanlarda çekilen nargileli resimler (ardından yenilen yemek resimleri, ki en rezili bu) 40 yaşından sonra, beklediği şey Facebook'muş gibi her boku püsürü paylaşan ortayaş krizli insanlar.(Liste yeterince uzun, opsiyonel olarak, türler arttırılabilir.) Aslen köylü kökenli bir toplumun, 35 sene içinde katettiği noktaya bir bakar mısınız? Hangi ara bu hale geldi lan bu toplum? Eskiden erkeklerin, kemerlerini göbek hizasına taktığı zamanlardan, artık kıç çatalının da aşağısına takıldığı (tutturulduğu!) zamanlara hangi ara geldik, sorarım? 

Diğer ülkeler hakkında bir malumatım yok, lakin sosyal paylaşım denilen bu menem şey, Türk halkının yıllardır beklediği şeydi bence. Eskiden herkes, düğünlerde, oğlu-kızının başarıları, malvarlığı, Ruşen Bey'in kızının mutsuz evlilik yapıp, boşandığını, İhsan Enişte'nin oğlunun nişanı atıp, Sultan Teyze'nin kızının, aslında kocasının kuzenine aşık olup, kaçmasını ancak sülale haber kanallarından öğrenebiliyordu. Şimdi öyle mi? Değil. Sosyal paylaşımı çekici kılan da bu galiba: Eşzamanlı, çabuk, ve birinin hayatına dair gelişmelerin rahatça, ve anlık görülebilmesi. Tüm bunlar, düğün denen olgunun bütün eğlencesini kaçırıyor haliyle. (Eve dönerken derinlemesine dedikodusu yapılmayan düğüne, ben düğün demem sevgili okuyan.) İşin tuhaf kısmıysa şu: Böylesine sıyrık şekilde dedikodu müptelası bir toplumun, bildiklerini de bilmezden gelmesi. "Herkes kendine baksın, bize ne" tribi altında yatan bu samimiyetsiz yaklaşım, aslında yıllar yılı bu toplumun sinsi bir yarası olmuştur.

Sayfayı biraz daha aşağı indiriyorum. Yedi erkek, ve aralarında bir kız. Neredeyse yarı çıplak vaziyette. Üniversiteden tanıdığım bir bayan bu. Loş bir ışık, içkili bir mekan(led ışıklar, biraz duman, ve içki bardakları mutlaka görünmelidir) hafif kafalar kıyak. Pamuk Prensesvari bir sırıtış var kızın yüzünde. Belli ki, o da uçuşa erken geçmiş. Fakat yanındaki yedi "cüce"lerin, cücelikle pek de ilgisi yok. Daha çok, "Pamuk Prenses ve Yedi Avcı" gibiler: Dördü kıza bakıyor, ikisi pilot olmuş, birinin de umrunda değil. "Kardeşlerimleeeeee:)))))))" açıklaması, herşeyi özetliyor. Gecenin talihlisini merak ediyor, ve bahsimi fotoğrafın en ucundaki top sakallı zibidiye yatırıyorum. Sayfayı kaydırmaya devam ediyorum. Takip eden üç gönderi de, müstehcen içeriğe tıklayıp, hesabına virüs bulaştırmış, aldanmış andavalların profillerine ait. Malum DNS yasağından sonra, "çok düzgün" diye bildiğimiz bazı insanların profillerinde bu tip şeyleri görmek, arkadaşlığımı sorgulatıyor o an.

Sayfayı tekrar kaydırıyorum. Ouu, evet. "eski sevgili profili" bu. Lakin bu, hasetlik olan bir "eski sevgili" değil. Gerçekten arkadaş kalabildiğim ( ya da öyle sandığım) eski sevgililerden. Belki de en ciddilerinden. Bu da ne? Yanında bir adam var. Sarmaş dolaşlar. Kız, yirmisine yeni girmiş bir kızın masumiyetini takınmış. Çocuk ise, Hollywood yakışıklıları gibi önceden çalışılmış mimiklerini giymiş. Romantik-komedi filmlerindeki sevimli çift intibası vermeye çalışıyorlar. Bazı fotoğraflardaki vıcıklığı anlatmaya kelimelerim yetersiz. Burada kızın geçmişinden bahsetmek , tabii ki tartışmasız "onun bunun çocukluğu"na girer. Lakin, her denemesinde, hayatında "yeni bir sayfa açtığını" insanların gözüne gözüne sokma kaygısı, gerçekten çok bariz, ve yapış yapış. Fotoğraflar öyle masum, öyle sevimli, ve öyle edepli ki, bir an fotoğraf albümü değil, "Medine"ye Varamadım" anatemalı bir slideshow izliyormuş hissine kapılıyorum. Albümde görünmeyen bir fotoğrafa tıklıyorum. (En ufak bir detayına dahi dokunmadım) Kız, karnına yastık sokarak, hamile görüntüsü vermiş. Çocuk da, vakur bir baba adayı gibi bilmiş bilmiş gülümsüyor. Evet, tek bir detayına dahi dokunmadım. 25 yaşını geçmiş bu insanlar, ey sevgili okuyan. Bu fotoğraf, bu insanların nasıl bir aile yapısına dahil olduğu hakkında az buz fikir veriyor. Küfür etmemek için kendimi tutarken, arkamdaki coşkun tip, "dehaaananıhzkympff!!" türevi bir ses çıkarıp, hislerime tercüman oluyor. Sekmeyi kapatıp, dizinin yüklenmesini beklerken, klavyeye yumruk atıp, "hmnıskym böyle oyunun!!" diye bağırıp, ortamı terkediyor. İçimden "ben de, ben de" deyip, onaylıyorum. Ekranda kocaman bir HBO yazısı beliriyor. Ardından Alexander Skarsgard, o cool duruşuyla konuşmaya başlıyor. Koltuğa yayılıp, izlemeye başlıyorum...

(ŞAHSİ, VE NİHAİ KARARIM: Sosyal paylaşım, iletişim amaçlı olduğunda bir şeyler ifade ediyor.)

NOT: Diziyi bitirip, eve giderken, şanslı talihlinin top sakallı zibidi olduğunu belgeleyen fotoğrafın gelmesi gecikmedi.

Leonardo'nun Gündüz Düşleri

  Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...