Tarih: Temmuz 2016
Konu: Atanamamış John Connor
Havayı yakalamaya çalışan bir çocuk gördüm. Baya uzağımdaydı. Yaklaştım. Yaklaşırken yakalamanın dışında ara sıra zıpladığını ve üzerine bir şey fırlatılıyormuş gibi sağa sola eğildiğini farkettim. Yanına vardığımda, dev bir plazma tv'ye baktığını gördüm. Ekranda bilmediğim bir oyun var. Fakat çocuğun elinde joystick falan yoktu. O an, bu garip canlının, insan hareketlerini algılayabilen bir oyun konsolunun (Xbox 360 Kinect) kurbanı olduğunu anladım. Halihazırda bildiği bir şeye tekrar şaşıran insan, teknolojiden daha hızlı yaşlanıyor demektir. Daha önceleri futbol oyunlarında, attığı golden sonra gaza gelip ayağa kalkan ve üçlü çektiren ya da dövüş oyunlarında hasmına bir fiske bile atamayıp, "ya amnıskerim" diyerek joystick'i fırlatıp giden nice insan görmüşlüğüm var. Ama hava yakalamaya çalışanını ilk kez görmüştüm. Başlarda izlemesi eğlenceli olsa da, bir süre sonra havayı yakalarken takındığı aşırı ciddi yüz ifadesi sinirlerimi bozmaya başladı. Eğlenmekten çok eziyet çekiyor gibi bir hali vardı. Havayı yakalayarak, ilk bölümü geçmeyi başardı. Sonraki bölüme geçerken el ve ayaklarını profesyonel bir oyuncu gibi sallayarak bir takım ısınma hareketleri yaptı. Sonra gözlerini kapatıp bir süre hareketsiz kaldı. "Yürü be!" dedim içimden. Sonra gözlerini açtı ve derin bir nefes aldı. O an, ensesine vurup, "Napıyon sen lan?!" demek isteği geldi. Tekrar zıplamaya başlamadan ortamı terkettim.
Teknolojinin nimetleri karşısındaki abartı ciddileşme meselesine, ilk defa 90'lı yıllarda, kafe ve çay bahçesi gibi ortamlarda ısrarla dizüstü bilgisayar (ilk taşınabilir Macbook'lar) kullanan şanslı bir kaç azınlık sayesinde şahit olmuştum. Bir mekanda bilgisayar açan insanlara bakarken, yakalanma riskiniz (feci şekilde kasıldıkları için) çok azdır. Mekandaki diğer insanlar, çaylarını-kahvelerini yudumlayıp, güzel bir takım sohbetlere nail olurken, adeta Wikileaks belgeleri sızdırır gibi aşırı bir ciddiyetle ekrana bakan bu insanların, aslında Facebook'daki aşırı milliyetçi bir takım gruplarda Türklük övdüğüne sıklıkla şahit oldum.
Çok da dev olmayan bir teknoloji mağazası burası. Mağazadaki herkes, ortamdaki teknolojiyi kısık gözler ve müthiş bir ciddiyet ile inceliyor. Uzaktan görebildiğim kadarıyla, Zıplayan'ın zıplama sıklığı, ilerleyen seviyeler ile birlikte arttı. En güzeli, yakın gözlüklerini çıkarıp, 3D gözlüğü takan emekli bir dayının şokla karışık yaşadığı sevinçti sanırım. Onlarca insanın bulunduğu reyona yaklaştım. Televziyonların hepsinde Rihanna vardı. Herkes, büyük bir ciddiyetle en net Rihanna'yı arıyordu (Meme çatalı çözünürlüğü). Meme çatalıyla teknoloji arasında akılları karışan bu ciddi adamları görebilmek için biraz daha yaklaştım. Rihanna çatalı, plazma ve LCD'lerin küçük illüzyonlarıyla daha da gıcıklayıcı hale gelerek, özellikle genç bünyeleri ekran başına sabitlemişti. Belki de en kaliteli haliyle henüz Bülent Ersoy'u o ekranda izlemediklerinden midir bilinmez, gördüklerinden çok etkilenmişlerdi. Tahminimce gerçek alıcı gibi bir halleri yoktu; muhtemelen çatala ve esmer tendeki ıslaklığın oluşturduğu o parlaklığa bir göz atıp çıkacaklardı. Gerçek alıcılarsa, sadece Rihanna'ya bağımlı kalmıyor, mağaza görevlilerini kovalıyorlardı. Mağaza görevlileri de az maaşa rağmen, bilirkişi olmanın direnciyle, müşterilerin kontrast, çözünürlük ve inç hakkındaki sorularını çok tematiğe girmeden cevaplıyorlardı. O sırada önümden, işaret ve başparmağının arasında incecik bir boşluk tutan biri geçti. Yürürken, tuttuğu boşluğun ölçüsünü kaybetmemek için parmaklarına bakıyordu. Rihanna'yı seyreden arkadaşının yanına gidip parmaklarını göstererek, "Aha bu kadar incelikte televizyon var la" dedi. "Hangisi?" diye sordu arkadaşı. Birlikte, orada duran televizyonların yanına gittiler. Zıplayan'dan sonra, teknolojinin insanı boşlukta oynattığı ikinci vaka buydu. Takip ettim. Plazmanın ekranına değil, yanına bakıyorlardı. Gerçekten incecik (kağıt gibi) bir televizyondu.
Rihanna'ların önünden geçerek, "Bunu alan, bunu da aldı" diyerek yerleştirilmiş Home Theatre'ların olduğu bölüme geldim. O da ne, yeni alınan plazmanın hakkını verebilmek ve daha iyi Netflix izleyebilmek için 5+1 ses sistemlerine bakan bir çift. Kadın, sanal mağazalarda "ürün karşılaştır" butonunu pörsütmüş, teknik ağırlıklı kocasının, mağaza görevlisine sorduğu tematik sorulardan sıkılmış görünüyordu. Sorular ve analizler bitmek bilmedi; teknik koca, 5+1 sistemle bütünleşmiş, 5+2 olmuştu. Karısı ise tahminen, uzun ayaklı iki ses elemanını salonda nereye koyacağını düşünmekle meşguldü.
3D gözlüklü dayı ortada yok. Ortam, artık biz gerçek teknoloji sevdalılarına kalmış gibi görünüyor. Zıplayan, hala oynuyor. Tek izleyicisi olarak yanına gittim. Havayı yakalama, zıplama ve eğilme hareketlerine bir de beni kontrol eden, "yangöz atma" hareketi eklenmişti. Önüne gelen engeli aşmak için zıplamakta gecikince, dönüp, "Al bak, gördün mü yaptığını?" der gibi kısa bir an bana baktı. Zıplayan'ı haklı olarak sinirlendirmiştim. Ciddiyeti yine sinirlerimi bozdu. "Enseye vurma hareketi yapsam, konsol kesin algılar" diye düşündüm.
Makinelerin Yükselişi ve Karanlık Ütopyalar
Yıl 2042. LG, kağıt inceliğinde ve duvara monte edilmezse katiyen dik duramayan televizyon üretti. Bazı serseri stillere sahip evlerde, Bob Marley posterlerinin hemen yanına bu televizyonu çift taraflı bantla yapıştıranlar var. (Evet, Bob Marley ve çift taraflı banta devam, çünkü karanlık ütopyalarda aralara retro öğeler serpmek gerekiyor) Bazı evlerde çocuklar, televizyonu "yırtmamaları" konusunda uyarılıyor. Böylesine ince televizyonlar öyle yaygınlaşıyor ki, nemli öğrenci evlerinde, çift taraflı bant zayıfladığında yere düşen televizyonlar var. Öğrencilere "üç harfliler" hakkında konuşacak malzeme verebilecek cinsten bir düşüş bu. Tedirgin şekilde uyanıyorlar ve bir süre uyuyamıyorlar. Zıplayan, artık 34 yaşında ve çevresinde çok ciddi bir insan olarak tanınıyor. Ama ara sıra ortamını bulduğunda arkadaşlarını bazı komik anılarla kırıp geçirmekten de geri kalmıyor. Bunlardan birisi de yıllar önce durduk yere ensesine vuran sarışın bir adam hakkında.
İyi bakın annem. Öperim.