Tarih: 15 Mart 2018
Yer: Caras Galadhon Şehir Otobüsü Durağı
Konu: Femme Fatale
İçeri girdiği andan itibaren oldukça savsak adımlarla koşmaya başladı. Yaklaşık bir kaç metre sonrasında, üzerinde çok da hakimiyet kuramadığını düşündüğüm bacakları birbirine dolanacaktı ve yere kötü şekilde düşecekti. Öyle de oldu. "Şlaaaap" efektiyle yere düştüğündeyse, yaygarayı bastı. O esnada annesi, başındaki modern türbanıyla IKEA mağazasının önünde gördüğü koltuk takımı-perdeyle ilgili doludizgin hayaller kurmakla meşgul olduğundan, yaşanan bu kaostan gecikmeli olarak nasibini alacaktı. Oldukça temiz yüzlü, vasatın üstünde bir gelire sahip olduğu belli ve makul hareketlere sahip olan baba ise tuhaf bir suçluluk ve mahcubiyet ile Şlaaap'ın yanına giderek onu ayağa kaldırdı. Şlaaap'ın bağrışmaları artık acı safhasını geçmiş, ilgi odağı kısmına gelmişti. Türbanlı, olay yerine geldiğinde çocuğun nefreti ve Makul'un bir o kadar suçlayan ama dibine kadar pasifize olduğu için çok da umursanmayan bakışlarına maruz kalmıştı. Bir türlü susmak bilmeyen Şlaaap'ın bağırışları, çiftin tartışmaları ile birlikte daha da arttı. Makul'un gönülsüz şekilde bağırışları ve uzunca yakınan bir kaç cümlesini, Türbanlı umursamaz bir "üf!" ile geçiştirdi ve Makul'un tüm söyledikleri uzayın karanlık boşluğunda kaybolmaya başladı. Makul, muhtemelen seneler önce yapmış olabileceği kritik bir hatanın bilincine varıyor fakat yine de kendince bunu bastırmaya çabalıyordu. Türbanlı, Şlaaap ile biraz konuşup, donundan dışarı çıkmış atletini tekrar içeri sokup, çocuğu az önce kendisini "kötü ve sorumsuz anne" olarak suçlayan Makul'e teslim ederek, Gratis'in yolunu tuttu. Çocuğun ağlaması kesilmişti. Toy'z Shop'un ufukta göründüğü an, bütün bu tantana yaşanmamış gibiydi. Şlaaap, kendisinden daha büyük olan bir peluş ayının yanına gittiğinde, Makul'un yüzü daha da gerildi. Çünkü ikinci raund, Şlaaap'ın oyuncağı istemesi, Makul'un "olmaz oğlum" türevinde reddetmesi, çocuğun morarana kadar kendinden geçmesi ve Makul'un lanet ederek kredi kartını çıkarıp oyuncağı alması şeklinde gelişecekti. Makul için belki de en kritik raund, muhtemelen gece başını yastığa koyduğunda verdiği kararı sorgulaması olacaktı.
AVM'lere ne zaman girsem, aklıma Romero'nun Dawn of the Dead filmi gelir. Film de zaten tam olarak bu konuyu ironik şekilde eleştiren bir filmdir. Bunun ülkemizdeki yansımaları daha da ironiktir; kriz ve beka sorunu olduğu iddia edilen bir ülkede, zaruri tüketimin dışında yapılan harcamaların hayvaniliği, beni kısa bir süre düşünmeye, daha sonra da vazgeçmeye itmiştir. Evet, çok düşünürseniz, bulduklarınızı yüksek ihtimalle beğenmezsiniz.
Böyle durumlar, genellemelerin bilerek "yanlış" kabul edildiği ülkemizde insanı daha da hayvani genelleme yapmaya iter. Hemen efsanevi bir genelleme yaparak, yukarıda bahsettiğim kafaların doğrudan eğitim seviyesi, aile yapısı, cehalet ve kişilerin kendilerini ısrarla yetiştirmemesiyle ilgisi olduğunu düşünerek bunun domino etkisi yaptığını düşünüyorum ve bundan vazgeçiyorum. Caras Galadhon'da artık yapacak bir şeyim kalmadığını farkedip, otobüs durağına doğru yollanıyorum. Durağın öteki ucunda "az tanınan" birini tanıdığımı farkediyorum. Kendisi kırmızı bir kazak giymiş.
Kırmızı Kazaklı'nın bundan yaklaşık iki sene önceki yılbaşında uzaktan kuzenimin hayatının aşkı olduğunu farkediyorum. Ağır viskili geçmiş bir yılbaşının ilerleyen saatlerinde kısaca yapılan hoşbeşten sonra durumun ciddi olduğunu ve alkolün de etkisiyle kuzenin kıza pavyon dayıları gibi yavşadığını, kızın da buna ses çıkarmadığını gördüğümde, alkolden pilot olmuş kafamda dahi bir takım şimşekler çakmaya başlıyor.
Kırmızı Kazaklı'nın yanında tanımadığım iki erkek var. İkisiyle de samimi sohbetleri var fakat, Wonderland otobüsüne doğru giderken, istemsiz olarak muhafazakarlaşmaya başladığını gözlemliyorum. Küçük ve muhafazakar yerlerde yaşayan insanlar, onları yargılamayacak kadar rahat olan yerleşim birimlerine gittiklerinde şaşırtıcı düzeylerde extreme davranışlar sergilerler. Daha sonra da dönüş yolunda eski muhafazakar hallerine geri dönerler. İnsanın gecesiyle gündüzünün ortaya çıktığı anlardır bunlar. Cuma namazından çıkıp, travesti s.kmeye giden bağ-bahçe-tarla sahibi dayıların davranış kalıbına oldukça benzer bu kafalar. Daha da ilginç olanı, her seferinde de insanı şaşırtır.
Otobüse biniliyor ve Kırmızı Kazaklı, otobüste olduğumu fark ediyor. Gözgöze gelinen o ufacık anda, üzerinde oturduğum otobüsün motorundan çok, Kırmızı Kazaklı'nın kalp atışlarının hızlandığını hissediyorum. Derhal yanındaki erkeklerle yaptığı samimi sohbeti kesiyor ve endişeli şekilde otobüsün camından dışarı, boş karanlığa bakmayı tercih ediyor. Bakmakta çok haklı, zira kendisini gecenin alakasız bir saatinde, muhtemelen 1.6 ya da üzeri bir motora sahip bir arabadan inerken görmemle birinci fazı, Wonderland için fazla cüretkar bir kıyafetle yine başka bir grupla takıldığını görmemle ikinci fazı ve son olarak geç saatte garip tiplerle binilen Wonderland otobüsüyle birlikte kutsal üçlemeyi de tamamlamıştık.
Tarih: 23 Haziran 2019
Yer: Karadeniz Ereğli
Kırmızı Kazaklı, bu sefer resmi şekilde gerçekleşecek nişan merasimi için yine derin dekolteli bir kırmızı elbise tercih ederek, kırmızıyı ne kadar sevdiğini bizlere ispat etmiş oldu. Törenin yapılacağı çay bahçesinin alt katından yukarıya doğru çıkarken yine gözgöze gelmemizle, o ufak gerginliği yaşadığı gözümden kaçmamıştı. Ama bunu umursamıyor gibiydi. Sonuna kadar gelinmişti; bundan sonra çıkabilecek en ufak bir hatayı bile cebren ve hile ile ortadan kaldırmaya hazırdı. Yanlarına giderek, kendisiyle biraz sohbet ederek, üzerindeki gerginliği almaya çalıştım. İşe yaramıştı.
Türkiye'de nişan ve düğün törenlerinin iki kırılma noktası vardır: Nişanda yüzüğün takılma anı ve düğünde imam nikahı ve resmi nikahın kıyıldığı an. Bahsettiğim bu iki ritüel gerçekleşene kadar gelinlerin adeta bir dünya güzellik kraliçesi edasıyla etraflarına güzellik, şirinlik, sevimlilik, eşitlik ve adalet dağıttıklarına çokça şahit olmuşumdur. Fakat ritüellerin gerçekleşmesi anından itibaren, (muhtemelen geri dönüşü olmayacağı ve kimsenin de buna itiraz hakkının kalmamasının rahatlığı) içlerindeki yellozu serbestçe ortaya saldıklarına da çokça şahit olmuşumdur. O sihirli yüzüklerin takılmasından itibaren, Kırmızı Elbiseli, içindeki UNICEF iyi niyet elçisini katlederek, suratındaki "resting bitch" ifadesiyle kendini dans pistine atmıştı. Yetkililer telefonlara cevap veremiyordu; Başkan'a ulaşılamıyor, bilimadamları çözüm getirmeye çalışıyordu. Demokratlar endişeli, cumhuriyetçilerse gergindi. Kırmızı Elbiseli durmuyordu.
Nişan merasimi, Kırmızı Elbiseli'nin başta müstakbel kocası olmak üzere tüm mekandaki insanları yönetmeye başlaması, arada müstakbel kocasının akrabalarına geldiğinde artık yapaylaşan kutsal bakire modu, gelinin arkadaşlarının gizli erotizme varan danslarıyla devam ediyordu. Topuklular çıkarılmış, elbise askıları biraz daha kaçırılmıştı. Ya da "salınmıştı". Damadın ailesi ve akrabaları ciddi ve düşünceli gözlerle pistteki genç kadınların aşırı şuh dansını izlerken, damat da klasik şekilde salaklaşmış ve ortama uymak için kendini zorluyordu. Yüzükler takılmış, ritüel yerine getirilmişti ve damadın buradaki rolü de bitmişti. Kırmızı Elbiseli durmuyordu. Finali daha epik bir hale getirmek için müziği çaldırmadan önce yanında özel olarak getirdiği şeyi beline bağlamaya çalışıyordu. Bağlamaya çalıştığı şey, dansözlerin bel kısmına bağladığı ve kıvırmak fiilini daha fazla ön plana çıkaran cıngıllı tülbentlerden biriydi. Tülbent bağlandı ve verilen Mezdeke müziği ile epik final başladı. Tüm dünya, Kırmızı Elbise'nin dans konusundaki hünerlerini görmeliydi.
Gece bitiminde, damat ve gelin bizleri yolcu ederlerken Kırmızı Elbise, olması gerekenden çok daha "resmi" bir şekilde elimi sıktı. Ben de aynı resmiyette "sen ne güzel oynuyosun öyle?:)" deyince, kulağıma eğilerek, "oynarım ben öyle ya" deyiverdi. Damat yorgundu fakat sorgular gibi bir hali de yoktu. Muhtemelen asıl sorguyu Makul gibi seneler sonra kendi kendine aydınlandığı başka bir zaman dilimine bırakmıştı. Damadın sırtına yavaşa vurup, "Allah mutlu, mesut, bahtiyar etsin kardeşim" demekle yetindim. Evet, kesinlikle "bazı" şeyler gizli kalmalı.
Erkek türünü asıl yamultan şey, "gizli erotizm"dir. Gizli erotizm ise yaklaşık olarak, "kızım göster ama elletme" olarak da açıklanabilir. Türk kadınının bu işte master degree olduğunu söylemeye gerek yok.
Buraları boşlamıştım, iyi bakın annem. Götü kollayın. Öperim bolca.
25 Haziran 2019 Salı
21 Haziran 2019 Cuma
Beni Beni, Evriveydedayken'ini!
Tarih: 21.06.2019
Yer: Wonderland
Konu: Beni Beni, Evriveydedayken'ini!
Şirkete heyecanla giren Can Bey, hızlıca herkesle selamlaştıktan sonra meşgul hareketlerle ilerlerken etkileyici ve karizmatik görünmeye devam ediyor. Ekranın alt kısmında beliren Sarar, Zara, Zeren Mobilya, Şükrü Catering gibi markalar sayesinde de tüm bu entrika, ihtiras, şehvet ve hayretin bu markalar vasıtasıyla gerçekleştiğini öğreniyoruz. Daha sonra Can Bey yavaşça ofisin kapısını açtığı anda donakalıyor. Aslında izleyen kişiye bu bakışların kurgu olduğunu hatırlatması açısından bu firmaların faydalı olduğunu söyleyebilirim. Zira bu tür reklamlar, bünyede beliren, "Kendinden otuz yaş küçük kızı idare etmeye çalışırsan, üstüne bir de rakibin Kıvanç Ballıtuğ ise böyle mal gibi bakarsın hehheee" türevi elli yaş üstü yorumlar yapmaktan insanı alıkoyan bir şey. Reelde Adnan Ziyagil, Ali Rıza Bey veya Şahin Ağa'nın baktığı kötü şeylere bizim hayatlarımızda pek sık rastlanmıyor. Şahsen ben Evriveydedayken Bey olarak sonu ağır çekim veya donmaya varacak bir bakışa hiçbir zaman sahip olamadım. Hayatımın bu kadar ağır dramatik bakışlara sahip olacak kadar karıştığını hiç hatırlamıyorum. Bunda beni Sarar'ın giydirmemesinin bir payı var mıdır bilemiyorum. Bildiğim tek şey, insanın bu kadar ağır şekilde dramatik bakabilmesi için bu bakışın hakkını verebilen bir hayatı olmalı. Aksi durumda, böyle bakışların etkisi, karşınızdakinin "ne bakıyon lan at yarrağı" demesine kadardır.
Senle sonra konuşucaz!
Televizyondaki sınırlı deneyimlerime istinaden, aklımda kalan en dramatik bakış, sarışın bir çocuğa aitti. Yıllarca babasının konforsuz ama sevgi dolu yuvasına alışmış olan bu sarı kafalı oğlanın hayatı, alabildiğine sorumsuz annesi tarafından velayeti alınınca değişiyor. Olaylar, annesi tarafından evinden koparılan çocuğun bindirildiği arabanın arka camından geride kalan babasına dramatik bakışlar atmasıyla gelişiyor. Anası olacak dangalak karının "nasılsa alışır" beklentisi, çocuğun babasıyla yaşadığı günlerin özlemiyle hatırladığı eski kamyonet (sadece toprak yolda giden), bir ağaçtan sarkan halata bağlanmış araba lastiği, çinko bir tabağa lönk diye konan patates püresi görüntüleri arasında bir türlü gerçekleşmiyor. Sonuçta sarı oğlan, mutsuz bir çocuğa dönüşüyor.
Ben Kansas kırsalında yaşayan sarı kafalı bir çocuk olmadığımdan (sarı olduğum doğru) ve çocukkene velayet kelimesini dahi bilmediğimden dramatik bakışlara da sahip değildim. Zaten ülkemizdeki annelerin motorcu bir herifle çekip gittikten dokuz yıl sonra geri dönmesi gibi olaylar, pek sınırlı bir kesimde, yeni yeni hasıl olmaya başladı. Ama bu bakışa yakın gelebilecek bir bakışı 18 sene önce annem az kalsın yakalıyordu. Okul çantamda Samsun görüldüğünde (Samsun, yıllarca sigara içmiş de, bir de üstüne ekonomi yapmaya başlamış gibi bir etki bırakıyordu. Samsun'un tiryaki sigarası olduğunu içenler iyi bilir) üzerime yönelen bakışların etkisiyle birlikte niyeyse aynada kendi doğal halimi yakaladığım o kısacık anda, yüz ifadem yaklaşık olarak bu tarz bir bakışa yakınsamıştı. Yabancı filmlerde mürebbiyeye benzeyen bir annenin, "senle sonra konuşucaz Evriveydedayken Bey..." demesi anlamında ve aynı filmlerdeki babanın eve geldiğinde kemerini çıkararak kalçayı dövmesi şiddetinde bir duygu düşünün. Beni de kalçası dövülürken inen her darbede zerre ses çıkarmadan, sadece buruşturarak kemeri karşılayan sarışın, mağrur çocuğun yerine koyabilirsin sevgili okuyan.
Seneler sonra, alkol etkisinde artmış dramatizemle ve tüm sponsorlarımı da (Efes Fıçı, Jack Daniels ve Olmeca Gold) yanıma alarak bu bakışı üniversiteden ev arkadaşım Ali'ye attığımda, "ne bakıyon lan at yarrağı" cevabını almıştım. Ne yazık ki kurgu beklediğim gibi gelişmemişti. Böyle yoğunluklara alışık olmayan köpek bedenim, çareyi hemen dışarı çıkmakta bulmuştu. Yalnızlığım 50'li yıllara denk gelen bir adamın yalnızlığı gibiydi. Yağmura direnen fötr şapkamla beraber kameranın aksi istikametine doğru boş sokakta yürüyorum. Alttan akmaya başlayan krediler kalçama doğru hızla ilerliyor. Yönetmen bu sefer beni ağır çekime almıyor; yürümeme izin veriyor. Kadrajdan çıkana kadar yürüyorum. Fonda güzel bir Dean Martin şarkısı çalmaya başlıyor...
Yer: Wonderland
Konu: Beni Beni, Evriveydedayken'ini!
Şirkete heyecanla giren Can Bey, hızlıca herkesle selamlaştıktan sonra meşgul hareketlerle ilerlerken etkileyici ve karizmatik görünmeye devam ediyor. Ekranın alt kısmında beliren Sarar, Zara, Zeren Mobilya, Şükrü Catering gibi markalar sayesinde de tüm bu entrika, ihtiras, şehvet ve hayretin bu markalar vasıtasıyla gerçekleştiğini öğreniyoruz. Daha sonra Can Bey yavaşça ofisin kapısını açtığı anda donakalıyor. Aslında izleyen kişiye bu bakışların kurgu olduğunu hatırlatması açısından bu firmaların faydalı olduğunu söyleyebilirim. Zira bu tür reklamlar, bünyede beliren, "Kendinden otuz yaş küçük kızı idare etmeye çalışırsan, üstüne bir de rakibin Kıvanç Ballıtuğ ise böyle mal gibi bakarsın hehheee" türevi elli yaş üstü yorumlar yapmaktan insanı alıkoyan bir şey. Reelde Adnan Ziyagil, Ali Rıza Bey veya Şahin Ağa'nın baktığı kötü şeylere bizim hayatlarımızda pek sık rastlanmıyor. Şahsen ben Evriveydedayken Bey olarak sonu ağır çekim veya donmaya varacak bir bakışa hiçbir zaman sahip olamadım. Hayatımın bu kadar ağır dramatik bakışlara sahip olacak kadar karıştığını hiç hatırlamıyorum. Bunda beni Sarar'ın giydirmemesinin bir payı var mıdır bilemiyorum. Bildiğim tek şey, insanın bu kadar ağır şekilde dramatik bakabilmesi için bu bakışın hakkını verebilen bir hayatı olmalı. Aksi durumda, böyle bakışların etkisi, karşınızdakinin "ne bakıyon lan at yarrağı" demesine kadardır.
Senle sonra konuşucaz!
Televizyondaki sınırlı deneyimlerime istinaden, aklımda kalan en dramatik bakış, sarışın bir çocuğa aitti. Yıllarca babasının konforsuz ama sevgi dolu yuvasına alışmış olan bu sarı kafalı oğlanın hayatı, alabildiğine sorumsuz annesi tarafından velayeti alınınca değişiyor. Olaylar, annesi tarafından evinden koparılan çocuğun bindirildiği arabanın arka camından geride kalan babasına dramatik bakışlar atmasıyla gelişiyor. Anası olacak dangalak karının "nasılsa alışır" beklentisi, çocuğun babasıyla yaşadığı günlerin özlemiyle hatırladığı eski kamyonet (sadece toprak yolda giden), bir ağaçtan sarkan halata bağlanmış araba lastiği, çinko bir tabağa lönk diye konan patates püresi görüntüleri arasında bir türlü gerçekleşmiyor. Sonuçta sarı oğlan, mutsuz bir çocuğa dönüşüyor.
Ben Kansas kırsalında yaşayan sarı kafalı bir çocuk olmadığımdan (sarı olduğum doğru) ve çocukkene velayet kelimesini dahi bilmediğimden dramatik bakışlara da sahip değildim. Zaten ülkemizdeki annelerin motorcu bir herifle çekip gittikten dokuz yıl sonra geri dönmesi gibi olaylar, pek sınırlı bir kesimde, yeni yeni hasıl olmaya başladı. Ama bu bakışa yakın gelebilecek bir bakışı 18 sene önce annem az kalsın yakalıyordu. Okul çantamda Samsun görüldüğünde (Samsun, yıllarca sigara içmiş de, bir de üstüne ekonomi yapmaya başlamış gibi bir etki bırakıyordu. Samsun'un tiryaki sigarası olduğunu içenler iyi bilir) üzerime yönelen bakışların etkisiyle birlikte niyeyse aynada kendi doğal halimi yakaladığım o kısacık anda, yüz ifadem yaklaşık olarak bu tarz bir bakışa yakınsamıştı. Yabancı filmlerde mürebbiyeye benzeyen bir annenin, "senle sonra konuşucaz Evriveydedayken Bey..." demesi anlamında ve aynı filmlerdeki babanın eve geldiğinde kemerini çıkararak kalçayı dövmesi şiddetinde bir duygu düşünün. Beni de kalçası dövülürken inen her darbede zerre ses çıkarmadan, sadece buruşturarak kemeri karşılayan sarışın, mağrur çocuğun yerine koyabilirsin sevgili okuyan.
Seneler sonra, alkol etkisinde artmış dramatizemle ve tüm sponsorlarımı da (Efes Fıçı, Jack Daniels ve Olmeca Gold) yanıma alarak bu bakışı üniversiteden ev arkadaşım Ali'ye attığımda, "ne bakıyon lan at yarrağı" cevabını almıştım. Ne yazık ki kurgu beklediğim gibi gelişmemişti. Böyle yoğunluklara alışık olmayan köpek bedenim, çareyi hemen dışarı çıkmakta bulmuştu. Yalnızlığım 50'li yıllara denk gelen bir adamın yalnızlığı gibiydi. Yağmura direnen fötr şapkamla beraber kameranın aksi istikametine doğru boş sokakta yürüyorum. Alttan akmaya başlayan krediler kalçama doğru hızla ilerliyor. Yönetmen bu sefer beni ağır çekime almıyor; yürümeme izin veriyor. Kadrajdan çıkana kadar yürüyorum. Fonda güzel bir Dean Martin şarkısı çalmaya başlıyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Leonardo'nun Gündüz Düşleri
Yer: İstanbul - Erenköy Tarih: Mart 2013 Konu: Buzdağı George Michael'ın Careless Whisper şarkısının, uzayan nakaratıyla tüm dünyayı b...
-
Kısa ve normal formatın dışında bir post gireceğim çünkü gerçekten buna değeceğini düşündüm. Aşağıda videosunu izleyeceğiniz film, 2014 yap...
-
Yer: İstanbul - Pendik Tarih: 01 Kasım 2014 Konu: Son Saçmalık Chapter 1: Son Saçmalık Sah...
-
Yer: Değirmendere Sahili Tarih: 2012 (yaklaşık) Konu: Derin. Gayet güzel bir Cuma akşamı. Yaşlılar kolkola gezerken, ortayaş krizinde...