Yer: Değirmendere
Konu: Masum Sarhoşluk
Oyun parkının en üstündeki kaydıraktan, aşağıdaki yatay merdivene atlamak konusunda çok cevval ve ısrarcıydı. İşin kötüsü, hiçbirimiz onu bundan vazgeçirebilecek yetkinliğe sahip değildik. Kendisini tv'de izlediği Spider-Man'e özendiren şey ise uzun ve düz saçlarıyla salıncakta sakince oturup, olan biteni izlemekle meşguldü. Cevval'in aklındaki tek şey, kimsenin cesaret edemediği o muhteşem karizmatik hareketi yaparak, Uzun Saçlı'yı kapmaktı. Amerikan literatüründe, "kızı kurtarmak" tabiri vardır. Filmde kızı kurtaran, genellikle kızı da kapmış olur. Fakat Cevval bileklerinden ağ atamıyordu; Uzun Saçlı'nın da Mary Jane ile henüz bir benzerliği yoktu. Artık bir süre sonra tuhaf bir şekilde olayın sonlanması için karşı demirlerin üstüne çıkıp, Uzun Saçlı gibi gözlerimi dikkatle Cevval'e çevirip, izlediğimi hatırlıyorum. Cevval'in muhtemel planı, kaydırağın ufak bir bölümünde gerekli hızı alıp, atladıktan sonra artistik şekilde demirleri yakalayıp, yere karizmatik şekilde inebilmekti. Cevval, gözlerin kendisine çevrildiğini görünce, ufak bir özgüven eksikliği yaşadı ve kalkışı istediği gibi yapamadı. Yeteri hızı alamadığı için de düşüşünü ayarlayamayarak, uçuş yolundaki kaydırak demirlerinden birine kafasını vurdu. Yine de kendisinden beklenmeyecek bir refleksle, insanüstü bir biçimde tek koluyla amaçlanan demiri yakalayarak, beyninin tamamen saçılmasını engellemiş oldu. Yüzünde, korkutucu bir "her şey yolunda" ifadesi belirmişti ki, aksine bu ifade "her şeyin kritik seviyede" olması anlamına geliyordu. Işıltısı sönmüş zaferiyle Uzun Saçlı'nın yanına giden Cevval, kafasından fışkıran kanı, sıcaklığından dolayı muhtemelen hissetmiyordu. Ama Uzun Saçlı'nın, gördüğü şeye verdiği tepki, Cevval'in beklediğinden çok daha farklıydı. Uzun Saçlı, yüzünü buruşturup, biraz da acıyan bir ifadeyle Cevval'e, "başın kanıyor" dedi ve yüz ifadesini bozmadan yavaşça kalkıp gitti.
Cevval'in kafası yarılmıştı ve biz ne yapacağımızı bilmiyorduk. Diz, dirsek ve kol yaralanmalarında yarayı suyla tedavi edip oynamaya devam ediyorduk ama Cevval'in kafasındaki kanama biraz şuursuzdu ve hepimiz tedirgin olmuştuk. O yaşlarda (8) insan, kafası yarılan birini taksi çevirip hastaneye falan da götüremiyor. Taksi parasından falan değil, fikir olarak "hastaneye götürmek" bilinci henüz tam oturmadığından. Cevval'i görünürdeki tek sağlık kuruluşu olan eczaneye götürdük. "Pansuman", tıp biliminin o karman çorman terminolojisinde bildiğimiz en marjinal kelimeydi. Eczacı kadın, Cevval'i bir sandalyeye oturttu. İşte o an, hepimiz için tedirginlikle başlayan bekleyiş, yerini gerginlikten daha farklı bir duyguya bırakmıştı. Oğlan çocukları için buna mecburduk, çünkü eczacı kadın, böğründe sahalarda çok sık görülemeyecek derinlikte bir göğüs dekoltesini gururla taşımaktaydı. O yıllar, bildiğimiz tek göğüs dekoltesi, Arzu Yanardağ, Sevda Demirel veya Nadide Sultan'a aitti. (Bir diğer dekolte potansiyeli olan Hande Ataizi ise çığlıklar eşliğinde bir mekan tuvaletinde kendini havalandırma boşluğuna sıkıştırırken, memesinin %30'unu gösteriyordu.Yıllar sonra iki idol arasında canlı yayında "ne dedin sen?" sorunsalı yaşanacaktı.) O yüzden, dört adet sağlam kafanın Cevval'i unutarak dekolte nereye gidiyorsa oraya dönmesi yadırganmamalı. Çocuk olduğumuzdan, bakışlarımızı gizlemeye çalışmak gibi bir problemimiz de yoktu; uzun uzun, gözümüzü ayırmadan, adeta bir Marc Dacascos filmi izler gibi bakıyorduk. Sanırım eczacı kadın, memeleriyle üzerimizde yarattığı IQ kaybının farkındaydı. Ama yaşımızın tehlike arz etmeyen ufaklığı dolayısıyla ya da açıklaması çok zor bir psikolojik tatmin ile (Konyalım yürü efekti) fazla rahat davranıyordu. Eczaneye başı ağrıyan yaşlıca bir dayı girdiğinde ekibin tüm konsantrasyonu bozulmuştu. Dekoltenin hipnozundan kurtulup, beynimize kan gitmeye başlayınca, birbirimize, "gördün mü lan, ehe"şeklinde takılmaya başladık. İşin diğer bir ilginç kısmıysa, Cevval de bize katılıyordu. Başı Ağrıyan Dayı ortamı terkettiğinde, kafalar biraz daha dekolte için çevrilmişti. Elinde bir şişe ve gazlı bezle Cevval'in yanına gitti ve kafasına doğru eğilerek yarayı temizlemeye başladı. Cevval, normalde aynı yaştaki bir çocuğun anırarak ağlayabileceği bir durumdayken, önünde anestezi etkisi yapan bu görüntü karşısında hiç kıpırdamadan ve ses çıkarmadan duruyordu. Dekolteyle yüzünün en uç noktası olan burnu arasında yaklaşık bir karışlık bir mesafe vardı. Yanımdaki uyanık sağlam kafalılardan biri beni hafifçe dürtükledi. Dekolte ve burun arasındaki mesafenin kısalığını vurgulamak için yapılmış bir dürtmeydi bu. O an Cevval'in gözlerini kapayıp, burnundan derince bir nefes aldığını gördüm. Heyecan ya da telaşla alınmış bir nefes değildi bu, resmen çaktırmadan kokluyordu. O zamana kadar gördüğüm en önemli ve en içten koklama sahnesi, belki de buydu. Koklarken, dünyanın en güzel kokusunu içine çekiyor gibiydi. Reklamlarda yanından geçen kadının kokusuyla şirazesi kayan ve direğe çarpıp, kafasına hiçbir şey olmayan kımıl zararlısı tipli adamlar gibi sahtekar değildi. Sanırım gördüğüm "en saf ve masum şeyler top 5"e çok rahat girebilecek anlardandı. Cevval, önce kafayı başka bir kız için çarpmıştı; sonra da kafası kanlar içindeyken başka bir kadını kokluyordu. Eczaneden çıkınca, "naptın lan sen?" sorularıyla etrafını sardık. Oyun parkında Uzun Saçlı'ya karşı başaramadığı zaferi, henüz sekiz yaşında, hem de daha büyük ve çekici bir kadına karşı kazanmanın mağrurluğu vardı yüzünde. Yaşadığı sadece onun değil, hepimizin erotik hayallerinin varabileceğinden de yüksek bir eylemdi. O iki saniyeyi saatlerce anlatmasını istiyorduk. Parmak uçlarını, "nefis" anlamında birleştirdi ve sekiz yaşındaki masum ve saf zihni, yaşadıklarını tek cümleye sığdırmayı başardı: "Oğlum var ya çiçek gibi kokuyordu çiçek..." Hala da duyduğum en güzel koku tarifi budur.
Tarih: Kasım 2012
Yer: İstanbul - Pendik
Konu: Masum Olmayan Sarhoşluk
Koku, kendisini salan varlıktan bağımsız bir şeydir. Hedef kitlesi, sahibinden çok, başkalarıdır. Mesela sınıfın bir köşesine Mihriban tarafından dökülen kolonyanın, gaz haline geçip sınıfın diğer köşesindeki Abdürrezzak'ın burnuna ulaşmasına uyanan Milli Eğitim Bakanlığı, bu durumu 4. sınıf müfredatına almış ve bir çeşit deney olarak tüm okullara tavsiye etmiştir. Fakat bakanlığın bilmediği şey, her kokunun her insana nasip olmadığıdır. Ülkemizde, "bir şey kokuyor, sana da geldi mi?"diyenin, "ne kokusu ya, koku falan almıyorum" deyicisine çok sık rastlanır. Burdaki ikili, çoğunlukla beraber yaşar ve Mihriban'la Abdürrezzak'ın bakanlık tescilli performansına nail olamazlar. Kokuyla ilgili ilk aktif deneyimim, dayım sayesinde olmuştur. Kendisine ne koktuğunu sorduğumda, bunu pozitif bir iltifat algılayarak beni yeni bir kelimeyle tanıştırmıştı: Brut. Tarifi yıllar içinde değişen bir koku Brut. Bağrında koca bir kolye ile o yıllardaki toksik maskülenliğe selam çakması dışında, fena sayılmayacak bir kokuydu Brut. Sonraki zamanlarda dayımdan habersiz günlerce bu kokuyu sıkmışlığım vardır. (Başkasının parfümünü sıkan ergen ve çoluk çocuk tayfası, parfüm sektörüne muazzam paralar kazandırdılar). Sonraları yükselişe geçen Axe harici, Brut, bir süre düzenli kullandığım tek parfümdür. Üniversitede kokusu benimle anılacak bir parfümüm olsun istedim. Denedim de. Ama gerekli kamuoyu çokluğu oluşturamadığımdan mıdır bilinmez, vazgeçtim.
Psikolojimin ırzına geçeceğini henüz bilmediğim sevdiceğime parfüm almaya çalışıyorum. Etrafım, şişeleri bileklerine sıkıp, havada sallayan insanlarla dolu. Çok ciddiler. Tekin Acar diye birine ait bu mağaza. Kozmetik sektörüne pek uygun bir isim olmasa da, açılan devasa mağazalarla bu ismin hakkını verdiklerini düşünüyorum. Üzerinde Paris Hilton yazan bir tester'ı bileğime sıkıyorum. Burnuma gelen reçel kokusu benliğimi işgal ediyor. Tam o sırada, tezgahtar kız, "yardımcı olabilir miyim?" diyor. Kendi kendine gülerek bileğini koklayan bir gençle karşılaştığı için biraz tedirgin olmuş. "Ya ben parfüm alacaktım" diyerek, tedirgin havayı dağıtıp, yeni bir başlangıç yapıyor ve iletişimi olabilecek en basic düzeye çekiyorum. "Nasıl bir şey arıyorsunuz?" diye cevap veriyor. Paris Hilton'u kastederek, "kötüydü mesela" diyorum. Raftan bir şişe alıp diğer bileğime sıkıyor. Beğenmiyorum. Şişeleri sıkmaya devam ediyoruz. Bileklerim Paris Hilton, J-Lo, Beyonce, Britney Spears, Celine Dion ile kaplanıyor. Yürüyen bir MTV Music Awards gibi hissetmeye başlıyorum. Tüm bu abartı çeşitlilik içinde listeden gördüğüm rastgele bir ismi savuruyorum: "Hypnotic Poison nasıldır acaba?". Cevaplıyor: "Siz nası bişey aradığınızı söyleseniz yardımcı olucam ama!". Cevaplanmadıkça şiddetlenen sorular, insanı çok zor durumda bırakır. Artık, "Christina Aguilera nasıl?" türevi bir hal hatır sorma safhasında değiliz. Ortam gerginleşmeye başlıyor. Onca şişeden sonra çıkıp gitmek yiğitliğini de kendimde göremiyorum. Derin bir nefes alarak, 16 sene önce hayatımda duyduğum en güzel koku tarifini tekrar ediyorum: "Böyle çiçek gibi kokan bir şey var mı?"
Mark Dacascos demişken, kendisini dünya çapında üne kavuşturan film Güçlülerin Dünyası, o sıralarda ülkede çok popülerdi. Bir nesil capoeira'ya heves ettiyse, sayesindedir. Cevval ve diğer kafası sağlamlarla sürekli söylediğimiz şarkıyı şuraya bırakayım, biraz nostalji olsun.
Götü kollayın annem.Sizi niye kokulu öptüğümü anlamışsınızdır belki. İyi bakıyosunuz, öpüyosunuz.